Böyle derin uykuya dalmış bir kimsenin evine hırsız girse, yahut yangın çıksa, hatta zelzele olsa, yine de şuurî bir uyanış ile âcil tedbir alma cihetine gitmesi kolay olmasa gerek. Zira, böyle biri yatağından sıçrayıp zâhiren uyansa bile, uyuşukluk, sersemlik ve şaşkınlık hali bir müddet daha devam edip gider.
Zuhûr eden tehlike karşısında alınacak sağlıklı tedbir ve çare için, gerçek uyanış halinin vuku bulması lâzım.
Gerçek uyanış, rüyânın tamamen kesilmesi, uyku halinin bitmesi, göz farlarının açılması ve şuurun tam yerine gelmesiyle ancak mümkün olur.
İşte, bu mânâdaki bir uyanışın henüz vuku bulmadığı Libya, Tunus, Mısır, Irak, Suriye, Filistin, Afganistan, Pakistan gibi İslâm ülkelerinde ne yazık ki sıkıntılar bitmiyor, belâ ve musîbetlerin ardı arkası kesilmiyor.
Tamamı dost/kardeş ve bir kısmı sınır komşumuz olan bu geniş İslâm coğrafyasını yakıp kavuran ateşin harareti, haliyle ülkemizi de etkisi altına alıyor.
Hepimiz el birliğiyle bu dehşetli fitnelerin yakıcı ateşini vargücüyle söndürmeye çalışması lâzım gelirken, ne yazık ki, bu iklimin insanları yeni yeni bazı formülasyonlarla kitleler halinde uyuşturulmaya, pasifleştirilmeye, hatta aptallaştırılmaya gayret ediliyor.
Gayet sinsice uygulanan bu formülasyonun, meselâ yakın tarih Türkiye versiyonuna baktığımızda şunları görüyoruz ki:
* 1980 Darbesinden sonra, hürriyet ve demokrasinin “olmazsa olmaz” şartlarından biri olan “farklı sesler” susturuldu.
* Farklı fikirlere kelepçe vuruldu; farklı fikir sahipleri cezalandırıldı.
* Rayına oturma trendine girme eğilimi gösteren hukuk ve siyaset mekanizmasının canına okundu.
* Demokrasi süngünün ucuna takıldı.
* Kenan Paşa, Anayasanın da üzerine çıkartılıp “Evren”selleştirilerek, rakipsiz ve alternatifsiz tek Cumhurbaşkanı adayı olarak seçmen kitleye resmen dayatıldı.
* Cuntacı Evren’in Cumhurbaşkanlığı ile siparişli Darbe Anayasası aynı anda ve tek seçenek halinde referanduma götürülerek, sahnelenen tiyatral oyunda koca bir millet figüran olarak kullanıldı. (Bir yandan oy kullanma mecburiyeti getirildi. Bir yandan da, işlenen azim günahkârlığa ortak olmak istemeyen insanoğlu insanlar, cuntacılar ile darbe alkışçıları tarafından adeta birer hâin veya mücrim ilân edildi.)
* Darbe Anayasası “referandum zokası” ile yüzde 92 seçmene yutturulduktan hemen sonra, başta üniversiteler olmak üzere ülke genelinde başörtülülere karşı cadı avı harekâtı başlatıldı.
* Referandumdan bir süre sonra da “sözde demokrasi”ye geçildi. Türkiye 1983’te genel seçim atmosferine girerken, darbe cuntası, istemediği partiler ile sevmediği adayları bir güzel veto ederek, demokrasi bir kez daha paspas edildi.
* İşte, tam da bu tarihten itibaren, Türkiye, devleti ve milletiyle birlikte “emir-komuta” silsilesi tarzında yeniden “dizayn” edilmeye çalışıldı. Şöyleki:
1983 patentli olarak, tanınmış, şân-şöhret kazanmış bazı şahıslar piyasaya sürüldü. Bu şahıslar, liderlik pozu ile kitlelere lanse edildi.
Ardından, kitlelerin iradesi bu liderlerin tekeline, ipoteğine alınarak, bunlar rakipsiz, alternatifsiz birer efsane şahsiyet gibi parlatılıp cilâlandı.
Bu dizayne göre, artık köklü fikir, izzetli dâvâ, tarihî misyon, aklî muhakeme, doğruları sorgulayarak öğrenme gibi insanî meziyet hasletler silikleştirilmeye çalışılırken, bir yandan da herşey ve her hareket şahsa, lidere, tek adama, yani “şahs-ı vahid”e endekslenmeye gayret edildi. Meselâ:
1) Kürt kitlesinin iradesi, tek adamın inisiyatifine terk edildi. Gerisi adamdan bile sayılmadı. Kullanılmaya müsait karanlık şahıs, alternatifsiz bırakılarak efsaneleştirildi. Alternatif fikir üretme niyetine girenlerin dahi kellesi uçuruldu. Örgütle bağlantılı karanlık odaklar tarafından işlenen iç infazlar, yaklaşık otuz yıl devam etti.
2) Kullanılmaya müsait bir diğer kitleyi ise, akıl ve muhakemeden ziyade kalp ve hissiyatın ön planda tutulduğu dindarlar teşkil ediliyor.
İşte, yine aynı tarihlerde olmak üzere, bu geniş kitlenin iradesi de tek adamın inhisarına sokulmaya çalışıldı. Alternatifler ise, gölgede bırakıldı.
Şahıs merkezli yeni yapı, hemen her yönüyle cazibe merkezi haline getirildi. Tâ ki, başka bir hareket gelişemesin; tâ ki, meşverete ve şahs-ı maneviye dayalı hür iradeler bir yerde temerküz edip kuvvet bulamasın.
3) Türkiye’de efradı en çok olan ise, seçmen kitlesidir. Diğerlerinde olduğu gibi, bu kitlenin de iradesi şahıs/lider tekeline sokularak, Türkiye’de birikmiş siyasî fikir, şuur, misyon denen servet, adeta çarmıha gerildi.
Şahıs endeksli alternatifsiz siyaset, yaklaşık otuz yıldır Türkiye’de hükümrandır. Bu ise, faşizan bir demokrasiyi, yahut müstebidane bir meşrûtiyeti işmam ediyor.
Evet, demokrasi bazan dikta libâsını giyer ve müstebidane bir çehreye bürünür. Buna aldanmamak lâzım.
Üstad Bediüzzaman, böylesi bir tehlikenin varlığından bizleri tâ bir asır öncesinden haberdar ediyor: “Meşrû, hakikî Meşrûtiyetin müsemmâsına ahd û peymân ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, meşrûtiyet libası giysin ve ismini taksın, rast gelsem sille vuracağım... Fikrimce, Meşrûtiyetin düşmanı, meşrûtiyeti gaddar, çirkin ve hilâf-ı şeriat göstermekle meşveretin de düşmanlarını çok edenlerdir.” (Divân-ı Harb-i Örfî, s. 40)
* * *
Arap ve İslâm âlemindeki uyanış, Türkiye’deki hakikî uyanışa bağlıdır.
Türkiye’de kâmil mânâdaki hürriyet ve meşrûtiyet güneşinin önündeki karanlık bulutlar ve nâmert korkular henüz izâle olup gitmediği için, komşu ve kardeş ülkelerdeki uyanışlar da çoğu zaman yanlış ve tersinden olmaktadır.
Evet, sömürge sistemi kaldırılmış ve ardından gelen diktacı yönetimlerden de gına gelmiş olmasına rağmen, Müslüman topluluklarda henüz tam bir intibah ve hakikî mânâda bir uyanış sağlanabilmiş değil. Zira, kitlelerin iradesi, şu veya bu şekilde hâlâ şahısların ipoteğinde veya “tek adam”cı sistemlerin elinde.
Bu ise, şuurlu dirilişi ve hakikî uyanışı değil, aksine tersten uyanışı veya fikren daha da uyuşturmayı, tembelleştirmeyi, hatta—lütfen mâzur görün—aptallaştırmayı netice veriyor.
İşte, bu elim ve feci vaziyetten dolayıdır ki, İslâm ehli olarak başımız belâ ve musîbetlerden kurtulamıyor. Kader, zalimlerin şiddetli tokadına bizleri müstehak kılıyor.
Çare, kendimize gelmektir. Aklımızı başkasının cebinden çıkarıp başımıza devşirmektir. Hür irademize hakkıyla sahip çıkmaktır. Şahs-ı vahide değil, şahs-ı mânevîye bağlanmaktır. Lider sultası altına girmek değil, meşveret ve şûrânın şefkat sinesine sığınmaktır.
Biz bunları yaparsak, yapabilirsek şayet, Cenâb-ı Hak da rahmet ve inayet kapılarını ardına kadar açacaktır, inşaallah.
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder