29 Eylül 2013 Pazar

TOPLUMDAKİ AHLAKİ ÇÖKÜNTÜ


Hüseyin GÜLTEKİN
hgultekin@yeniasya.com.tr
Toplumdaki savrulma devam ediyor
Devletin vazifesi vatandaşın yalnız dünyaya bakan ekonomik ihtiyaçlarını karşılamak, dünyalık istek ve beklentilerine cevap vermek, refah seviyelerini yükseltmeye yönelik hizmetlerde bulunmak değil; aynı zamanda onların uhrevî hayatlarını da alâkadar eden konularda gerekli tedbirleri almak ve alınması zarurî olan icraatlarda bulunmak olsa gerek.
Devletin, vatandaşın uhrevî hayatına yönelik hizmetlerin başında ilk akla gelen; onları içki, kumar, uyuşturucu gibi her türlü kötü alışkanlıktan uzak tutmak amacıyla gerekli tedbirleri almak olabilir meselâ. Bu gibi tedbirleri almak hükümetler için aynı zamanda vatandaşa karşı fazladan yapılacak bir iyilik, bir lütuf olmayıp, aynı zamanda bir vazife ve sorumluluktur. Meselâ Anayasanın 58. Maddesi devletin vatandaşlarını, bilhassa da gençleri bütün kötü alışkanlıklardan korumakla yükümlü olduğunu söylüyor. Dolayısıyla bu vazife ve yükümlülüklerini yerine getirmeyen hükümetler bir bakıma suç işlemiş oluyorlar.
Vatandaşı kötü alışkanlıklardan korumaya yönelik kanun ve yönetmelikler yeteri kadar olmasa da eskiden beri vardı. Hatta bunlara yenileri de eklendi. Son olarak içki tüketimine getirilen bazı sınırlamalarla ilgili kanun bunlardan birisi.
Yürürlükte olan eski ve yeni kanun ve düzenlemelere rağmen müsbet manada toplumda bir değişiklik olmamakla beraber, kötü gidişat artarak devam ediyor maalesef. Kötü alışkanlıklar dediğimiz içki, uyuşturucu, kumar v.s. gibi illetlere olan bağımlılıklar her gün artarak devam ediyor. Sınır tanımayan müstehcenlik ve bunun bir sonucu olan cinsel tacizler, evlilik dışı beraberlikler artık normal karşılanır hale geldi toplumda. Türk aile hayatı artık çatırdıyor. Aile kavgaları ve boşanmalar artarak devam ediyor. Türkiye halen Müslüman ülkeler arasında içki tüketiminde Lübnan’dan sonra ikinci sırada yerini koruyor. Ve Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı bir ankette Türk halkının yüzde kırkı huzursuz…
İnsanî yönünü bir tarafa koysak bile yürürlükteki anayasamız ve ilgili diğer kanun ve yönetmelikler dahi toplumun bu tehlikeli gidişatına cevaz veriyor mu? Başta gençlerimiz olarak bütün bir milletin geleceğini tehdit eden bu ve benzeri kötü alışkanlıklara yürürlükteki kanunlar müsaade ediyor mu? Kanunlarımıza göre içki, kumar, uyuşturucu serbest mi? Cadde ve sokaklarda kadınlı erkekli insanların yatakodası kıyafetleriyle laubali bir şekilde çevrelerindeki insanları rahatsız etmelerine kanunca bir sınırlama yok mu? Çocuk yaştaki yavrularımızın gece yarılarına kadar internet kafelerinde o taze beyinleri tar-ü mar eden dizileri seyretmelerine kanunlar izin veriyor mu?
Kanunların bu tehlikeli gidişata izin vermediğini başta yetkililer olmak üzere herkes biliyor. Maalesef kanunlar uygulanmıyor. Yetkililer bu kötü gidişatın ciddiyetini dikkate almıyor ve kanunları uygulamıyorlar. Yoksa yetersiz olmakla beraber yetkililer mevcut kanunlar çerçevesindeki yetkilerini kullanabilseler, büyük çapta bu tehlikeli alışkanlıkların önü alınır ve toplumdaki bu yozlaşmanın, bu ahlâkî çöküntünün çaresi bulunur. Görünen tablo o ki, kanun çıkarmakla iş bitmiyor; masaların çekmecelerinde duran kanun ve yönetmelikler derde deva olmuyor. Uygulanmayan en etkili, en ideal kanunlar da olsalar bir işe yaramıyor. Kanun ve yönetmelikleri uygulayacak kararlı, cesur yetkililere ihtiyaç var.
Öte yandan, toplumdaki bu ahlâkî aşınma, bu tehlikeli savrulma gösteriyor ki baştakilerin dindar olması, toplumdaki dindarlığı netice vermediği gibi, bu gibi yozlaşmaları önleme noktasında da derde deva olmuyor. Öyle tepeden inme bir şekilde toplumun dindarlaşması sağlanmıyor. Çözüm makamında oturanların her fırsatta dinî argümanları kullanarak, “Kimse bizden tinerci gençlik yetiştirmemizi beklemesin; elbette dindar bir nesil yetiştireceğiz” gibi kulağa hoş gelen sözlerinin de, dindar milletimizin nabzını tutmaya yönelik, siyaseten söylenen sözler olduğunu biliyoruz.
30.09.2013

13 Eylül 2013 Cuma

KAYIP NESİLLER

MUSTAFA CAN
Yazılı ve görsel yayınların hepsine birden medya demekteyiz. Basılı yayın dediğimiz gazete, dergi ve kitaplar, görsel ve işitsel yayın olan radyo ve televizyon medyanın kapsam alanına girer. Bunlara ayrıca kitle iletişim araçları da denmektedir.
1860–1930 yılları arasında gelişmeye başlayan hareketli fotoğraf ve kablolu telefonlar, radyo ve televizyonun temellerini teşkil eder. Elektronik ve kimyasal endüstrinin gelişimi ile de günümüzün kitle iletişim araçları ortaya çıkmıştır. Popüler kültürün gelişimi ve eğlence sektörünün yaygın hale gelmesinde en büyük pay medyaya aittir.
Medyanın en önemli özelliği geniş kitlelere en kısa zamanda ulaşma ve onları en iyi şekilde etkileme vasıtası olmasıdır. Medya iyi kullanıldığı zaman insanlar iyiye ve doğruya yönlendirdiği gibi, yanlışa ve kötüye de yönlendirebilir. Kötü maksatlı insanların elinde halkı uyutan ve kötü emellerine alet eden bir yönü de vardır.
TV bilhassa çocuklar üzerinde kolay öğrenme ve okumaya etkisi olmakla beraber, saldırganlık duygusunun gelişimine de katkıda bulunmaktadır.  Şiddet ve müstehcenlik içeren yayınların çocukların “ahlak ve değer kaybına” yol açması ise en korkunç menfi etkilerin başında gelmektedir. Internet de aynı şekilde etkileri vardır.
Okullarımız çocuklarımızı eğitmemekte, ancak üniversiteye hazırlamaktadırlar. Öğrencilerin eğitimi ise televizyon yayınları, diziler ve internetteki amaçsız ve hedefsiz bilgi ve görüntü kirliliği ile zihinleri ve akılları doldurmaktan ibarettir. Bunlar kontrol eden bir mekanizma da yoktur.
Milli Eğitim Bakanlığı eğitim yapma yerine öğretim yapmaktadır. Öğretim dediği şey de öğrencileri hayata hazırlayıcı değil, üniversiteye hazırlayıcı eğitim programları uygulamaktır. Bakanlığın eğitim vermek istememesinin en büyük kanıtı “Din Eğitimi Genel Müdürlüğü”nü “Din Öğretimi Genel Müdürlüğü” şeklinde değiştirmesinden de anlaşılır. Görüldüğü gibi Milli Eğitim Bakanlığında eğitim vermek yasaktır. Bu nedenle eğitimi verme işi MEDYA’ya yani Televizyonlara kalmaktadır.Onlar da dizilerde “Okul” programları yapmaktadırlar.
TV’lerde yayınlanan okul programlarında okullar kız-erkek ilişkilerinin nasıl olması gerektiği anlatılmaktadır. Her öğrencinin farklı cinsten bir arkadaşı vardır ve arkadaş ilişkilerinden dolayı kavgalar çıkmaktadır. Böyle olması çok normal gösterilmektedir. Okul müdürü despot, idarecileri aciz ve öğretmenler öğrenciler tarafından oynatılan aptal insanlar olarak gösterilmektedir. Türkiye’de Milli Eğitim Bakanlığı vardır ve bunları görememektedir. Bu demektir ki teşvik etmektedir. RTÜK diye bir kurum vardır ve bu kurum bu dizilere onay veren ve teşvik eden bir kurum haline gelmiştir.
TV’deki bu dizileri izleyen ve onlara benzemeye çalışan kravatı bir karış aşağıdan bağlanmış, saçları acayip şekilde uzanmış, eline takıp sırtına okul ceketi atmış, gömleğinin eteğinin biri pantolonun içinde biri dışarıda genç erkekler ve eteklerini dizlerinden bir karış yukarı çekmiş genç kızlar okul idaresi tarafından “Kılık kıyafet yönetmenliğine” uymaları için uyarıldıkları zaman öğrenciler ve veliler tarafından şikâyet edilmekte ve eğitim vermek isteyen öğretmenler Milli Eğitim Müdürlükleri tarafından öğrenciye hakaretten soruşturma açılarak cezalandırılmaktadır.
İşte Milli Eğitimin hali ve öğrencilerin aldığı eğitimin durumu…
Ülkede Milli Eğitim Bakanı ve Bakanlığı olsaydı okullar öğretim yanında eğitim de verir ve “TV’lerde Okul Programları “Milli Eğitimin Amaçlarına” uymuyor. Ya bu amaçlara uygun program yapar eğitime yardımcı olursunuz, yoksa böyle program yapamazsınız” derdi.

YENİ EĞİTİM SİSTEMİ ÜZERİNE 1

Eğitim Sistemi Önerileri


M. Ali KAYA Milli Eğitim Bakanımızın “Yeni Eğitim Sistemi” konusunda 1+4+4+4 olmak üzere 13 yıl “Zorunlu Eğitim” projesi konusunda 27 senelik bir “Eğitimci” ve “Eğitim Yöneticisi” olarak sorulmasa da söz söylemeye hakkımdır. Her şeyden önce 13 yıl zorunlu eğitim yanlıştır. Eğitim Bakanlığının İlk ve Ortaöğretimde çocuklarımızı 13 sene zorunlu olarak güya okumaya zorlaması kadar eğitime zarar veren bir durum yoktur.
Bir çocuğun altı yaşından itibaren 19 yaşına kadar her gün sekiz-dokuz saat okulda kuru tahtanın üzerinde oturduğu bir eğitim sistemini düşünün. İlköğretim dördüncü sınıftan itibaren “çoktan seçmeli test tekniği” ile yarış atı gibi koşturulduklarını düşünün… Aileler öğrencilerini yarışa hazırlayan görevliler… Aileleri büyük bir etki altına alan ve çocuklar üzerinden büyük bir rant elde etmeye çalışan ekonomik bir sistem… Aileler gelirlerinin büyük bir kısmını eğitime ayırıyorum diye bu sektöre yatırım yapmaktan başka bir şey yapmamaktadır.
Okumayı isteyen istemeyen, zekâsı olan ve olmayan tüm öğrenciler “Öğrenemeyen öğrenci yoktur; öğretemeyen öğretmen vardır” anlayışı ile zorunlu olarak her sene tekrarlanan sınavlara girmeye mecbur bırakılmakta bu nedenle her sene öğrencilerin %30’u “Sıfır” çekmektedir. Sonra fatura öğretemeyen öğretmenlere çıkarılmaktadır.  Her velinin öğrencisi süper zekâ olduğu için devletin okulunda öğretemeyen öğretmenlere nispet “Özel Dershanelere” gönderilerek devlet okulundan esirgenen paralar “Özel Eğitime” verilmektedir.
Muhakeme, anlama, yorumlama, analiz, sentez ve değerlendirme gibi zihin becerileri yanında el sanat ve becerilerinden de yoksun “uydum kalabalığa” coşkusu ile 19 yaşına geldiği halde nereye gideceğini bilmeyen tüm öğrenciler üniversiteye okumaya yönlendirilmektedir.
Veliler çocuklarını eğitim almaları için değil, memur olup çalışmadan para kazanmak için göndermekte, öğrenciler de minimum emek ile maksimum gelir elde etmeyi amaçlayarak okula gitmekte ve tercihlerini buna göre yapmaktadırlar. Kabiliyetlerin gelişimi, bilgi ve beceri gibi eğitimi ilgilendiren hususlar ikinci ve üçüncü plana itilmektedir.
Devlet “Sınav sistemine dayalı” eleme sistemine göre planlanmıştır. En zekiler Fen Liselerine ve Askeri Liselere, ondan sonrakiler Öğretmen Liselerine, sonra Popüler Anadolu Liselerine, Özel Anadolu Liselerine, kalburun altında kalanlar ise Meslek Liselerine zorunlu olarak kaydolmak zorunda kalmaktadır. Her ilçeye bir Fen ve Öğretmen Lisesi açıldığı için Meslek Liseleri zekâ ve beceriden yoksun öğrencilere kalmaktadır. Bu ise ülke ekonomisine çok büyük bir zarar ve zekâ ve akıl tutulmasına en büyük sebep olacak bir eğitim sistemidir. Böyle bir sistemden ülke kalkınmasına, sanata, ticarete ve ziraata hiçbir fayda gelmeyeceği açıktır. Ülkenin bütün öz kaynakları akıl ve zekâdan yoksun insanların ellerinde heba olmaya mahkûmdur.
Şu andaki eğitim sistemimizin durumu budur…(Devamı var)

EĞİTİM SİSTEMİ ÜZERİNE 2

Yeni Eğitim Sistemimiz Nasıl Olmalıdır?
Her şeyden önce detaylarda boğulmamalıdır. İnsanın ve ülkenin ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde olmalıdır. Öğrenciyi ders yükünden kurtaran, nitelikli öğretiye dayanan ve kabiliyetleri dikkate alan bir eğitim olmalıdır.
Eğitim üç kategoride değerlendirilir. Bunlar: Temel Eğitim, Hayata Hazırlayıcı Eğitim ve Akademik Eğitimdir. Temel eğitim her insanın öğrenmesi gereken temel bilgileri içerir. Hayata hazırlayıcı eğitim insan ihtiyaçlarına cevap verecek meslek eğitimi olarak adlandırılan eğitimdir. Akademik eğitim ise ihtisas eğitimidir. Şimdi bunları açıklayalım.
1. Temel Eğitim: (6-12 Yaş) Temel eğitim 6 yaşından itibaren 12 yaşına kadar her öğrencinin öğrenmesi gereken temel bilgileri veren eğitimdir. Bu eğitimde öğrencilere Okuma, yazma, konuşmayı öğretme yanında, temizlik ve ahlak/davranış eğitimi verilmelidir. Çocuk işlerini görgü kurallarına göre yapmasını öğrenmelidir. Ayrıca Matematik, Dini Eğitim, Fen Bilgileri ve Sosyal Bilgileri öğrenmelidir. Ayrıca “Çoklu Zekâ Kuramı” esas alınarak öğrencinin zekâ tanımının yapılacağı, el becerileri ve kabiliyet testlerinin uygulanacağı ve buna göre yönlendirme yapılacağı bir eğitimdir. Öğrenci bu dönemde akademik eğitime veya sanat eğitimine yönlendirilmelidir. Bilhassa sanat ve kabiliyet becerileri keşfedilerek buna göre yönlendirmenin yapılacağı dönem bu dönemdir. Bu nedenle bu eğitim “zorunlu eğitim” olmalıdır.
Temel eğitim altı senede tamamlanmalıdır. Eğitimi tamamlayan öğrenciler ya Akademik Eğitim için Orta öğretime veya Meslek Eğitimine yönlendirilmelidir.
2. Orta Öğretim ve Meslek Eğitimi: (12-15 yaş)Ortaöğretim “Akademik Eğitim Liseleri” ve “Meslek Eğitimi Liseleri” olmak üzere ikiye ayrılmalıdır. Akademik Eğitim ülke ihtiyaçlarına göre, Meslek Eğitimi ise yerel ihtiyaçlara göre düzenlenmelidir. Esefle belirtelim ki günümüzde “Meslek Eğitimi” işe yaramaz görünen öğrencilerin zorunlu olarak gidebileceği alanlar olarak görülmektedir. Meslek okullarında mesleksiz ve mesleğini sevmeyen elemanlar yetiştirilmektedir. Sanayide istihdam edilecek “kalifiye eleman” yetişmediği gibi, meslek dallarında istihdam edilecek çırak dahi bulunamamaktadır. Ayrıca ihtiyaç olan temel meslekler öğretilmemektedir. Örneğin “İnşaat Sektörü” bilgi ve eğitimden yoksun insanlara bırakılmaktadır. Hiçbir Meslek Lisesinde “İnşaat Bölümü” yoktur. Ziraat Liseleri kapanmıştır ve Hayvancılık Liseleri yoktur. Bir ülke için gerekli olan “Ziraat ve Hayvancılık, Ticaret ve Sanat, Teknoloji ve Kalkınma” eğitimsiz ve bilgisiz insanlara bırakılmıştır. Böyle bir ülkenin geleceğinin parlak olacağını ve gelişme kaydederek çağdaş uygarlığı yakalayacağını hayal etmek dahi mümkün değildir.
Akademik Liselere giden öğrenciler “Üniversite Sınavına” ihtiyaç duyulmadan okul başarı puanları ve diploma notlarına göre istedikleri Akademik Üniversitelere yerleşmelidir.
Meslek Liseleri yerel yönetimlere bırakılmalı, yerel yönetimler Ticaret ve Sanayi Odaları, Meslek Kuruluşları ve Esnaf Kooperatifleri ile beraber ihtiyaca göre bölümler açarak meslek eğitimi vermelidirler. Öğrenciler haftanın üç günü okulda teorik eğitim aldıktan sonra haftanın diğer günleri mesleğine göre uygulamalı ve pratik eğitim almalı ve kendilerini hayata hazırlamalıdırlar.
İlköğretimden sonra Lise 4 yıl olmalıdır. 12 yaşında liseye başlayan bir öğrenci 15 yaşında Lise’den mezun olarak hayata atılmalıdır. Mesleki ve Teknik Liselere “Ziraat Liseleri” “İnşaat Liseleri” gibi liseler ilave edilmelidir. İhtisas eğitimi almak isteyen öğrenciler okuldaki başarılarına göre “Akademik Eğitim” almak için Yüksekokullara Lise’deki başarısına göre yerleştirilmeli ve pratik hayat ile beraber akademik eğitimini 4 sene almalıdır. Böylece en geç 20 yaşında akademik ihtisasını yaparak hayata atılmalıdır. Bir genç ne kadar erken hayata atılırsa o derece üretime katkı sağlar ve 30 yaşına geldiği zaman toplum içinde kariyer ve statü sahibi olur. Meslek eğitimi bunu sağlamalıdır.

3. Akademik Eğitim: (15-20 Yaş)Akademik eğitim ihtisas eğitimidir. Temel eğitimde kabiliyetine ve zekâsına göre yönlendirilen öğrencilerin gerek akademik liselerden mezun olanlarına “Akademik İhtisas” için gerekse Meslek Liselerinden mezun olanlarına “Meslek İhtisası” vermek için açılan yüksekokullarda akademik eğitim verilmelidir. Bu da ihtiyaca göre olmalıdır.
Akademik Eğitim veren okullar “Üniversite” bünyesinde yer almakla beraber verdiği eğitime göre toplum ve meslek odaları ile iç içe olmalıdır. Öğrenci okulda günün yarısı olan öğleye kadar okulda teorik eğitim alırken öğleden sonra atölyelerde veya meslek odalarında pratiğini yapmalıdırlar.(Devamı var)

EĞİTİMDE ALINACAK TEDBİRLER 3

Eğitimin Niteliği ve Okulların Konumu:Devlet eğitimin ancak %30’unu finanse etmeli, % 70’ini ve Meslek Eğitimini yerel yönetimlere ve meslek odalarına bırakmalıdır. Böylece devlet kendi elemanlarını eğitirken, sivil toplum da kendi elemanlarını yetiştirme fırsatını elde etmiş olacaktır.
Okullarda eğitim sabahtan öğleye kadar, duruma göre saat 12’ye veya 13’e kadar yapmalıdır. Öğleden sonra okullarda gönüllülük esasına dayanan “Etkinlik” ve “Ders Dışı Eğitime” ayırmalıdır. Ayrıca Sportif ve Sosyal faaliyetler öğleden sonra öğretmenlerin nezaretinde yapılmalı ve öğretmenler yaptıkları egzersiz planlarına göre ücret almalıdırlar.
Din Eğitimi:Din eğitimi, inanç, ibadet ve ahlak eğitimidir. Bu ayrıca cinsel eğitimi de içine alır. Bedenin gıdaya ihtiyacı olduğu gibi, ruhun da maneviyata ve morale ihtiyacı vardır. Bu da ancak din eğitimi ile gerçekleşir. Din hayata anlam katar ve ruhu yüksek amaçlara ve gayelere sevk eder, nefsi terbiye ederek karakter eğitimini de beraberinde yapar. Bu nedenle bütün bireylerin bu eğitime ihtiyacı vardır. Din kültürünün bu eğitimi vermesi mümkün olmadığı gibi sadece İmam-Hatip Liselerinde verilen eğitim de gerek fertlerin, gerekse toplumun din eğitimi ihtiyacını karşılayamaz.
Din Kültürü, “Din Eğitimi”ne dönüştürülmeli ve bu eğitim ilköğretim 1. sınıftan yani 6 yaşından itibaren verilmeye başlanmalı Lise son sınıfa kadar her sene haftada en az 3 saat verilmelidir. Her okulda eğitimin uygulanması için “Mescit” açılmalıdır. Çünkü ibadet eğitimi olmadan din eğitimi yapılamaz. Bu durumda İmam-Hatip Liselerine de ihtiyaç kalmaz. Anormal şartlar ortadan kalktığı için her şey aslına döner. Din Eğitimi Fen Eğitimi ayrımı ortadan kalkar. Din adamı yetiştirme işi de “Diyanet İşleri Başkanlığı’na bırakılır. Diyanet kendi okulunu açar ve kendi elemanlarını yetiştirir.
Eğitimin Özelleşmesi:Devletin tekelindeki bir eğitim bütün bireylerin eğitimine imkân vermeyeceği gibi, herkesin eğitime katkısına da engel olmaktadır. Devletin tekelindeki eğitimin eğitimi ne derece engellediğinin en çarpık örneği Eğitim Fakültelerinden mezun olup devlet bana öğretmenlik versin diye bekleyen 350 bin öğretmenin dramatik durumudur. Devlet onların eğitim vermesini engellediği için evlerinde beklemekte ve eğitime katkıları olmamaktadır. Bir öğretmen evinde beş-on öğrenciye ders verecek olsa suç işlemiş sayılmaktadır. Eğitim özelleştirilmiş olsa ve devlet eğitime karışmazsa her bir öğretmen en az on öğrenciye faydalı olur ve eğitim verir. Böylece en az 3 milyon öğrenci nitelikli eğitim alır.
Uzaktan TV ve İnternet Üzerinden Eğitim ve Eğitim Metaryalleri:
Eğitimin üç temel ayağı vardır. Aile, okul ve çevre… Günümüzde çevre denince TV ve İnternet anlaşılmalıdır. Eğitim Bakanlığı eğitimin amacına aykırı gördüğü TV programlarına ve İnternet sitelerine gereken denetimleri yapmalıdır. Eğitim bakanlığı hedeflediği eğitimi ve amaçlarını gerçekleştirmek için bunu yapmazsa önemli bir görevini ihmal etmiş olur.
Bakanlık TV ve Internet programları yapmalı ve bunun için ekipler kurarak “Uzaktan Eğitim Programları” yapmalı ve geliştirmelidir. Ayrıca “Müfredat Programları” ve “Ders Kitapları” ve “Yardımcı Ders Kitapları” hazırlayarak eğitime katkı sağlamalıdır. Devletin yapması gereken “Eğitim Programları” ve “Ders Kitapları” ile “Ne Öğretilecek?” sorusuna cevap vermektir. Kimin nasıl öğreteceği ile ilgilenmemelidir.


Sonuçta gerek devlet, gerekse kurumlar istihdam edeceği elemanları seçmek için şartlarını belirlemekte ve sınavlarla eleman almaktadır.

8 Eylül 2013 Pazar

STRESTEN UZAK DUR...

Duâ kanseri de önler

07 Eylül 2013, 12:18

Ali Ferşadoğlu
Bir grup ABD’li ilim adamı, Lancet tıp dergisinin Temmuz 1995 tarihli sayısında yer alan araştırmalarında, stresin, “kordisotropin” üreten hormon olarak bilinen “CRH” hormonunu aşırı derecede arttırdığını tesbit etti.

Bu hormon, hücre içinde bir gen değişimine sebep olmakta ve “POMC” adı verilen bu gen de, virüslerin yahut kanser hücrelerinin içine yerleşip onların hızla çoğalmasına sebep olmaktadır. Ayrıca CRH hormonu, mikropları güçlendirerek, vücudun fıtrî savunma mekanizmasından kaçmalarına yardımcı olmaktadır.

Araştırmada “Stresin doğurduğu hormonun kesin etkileri tesbit edilebilirse, bu hormonun tesirini yok edici bir ilâç da geliştirilebilir” deniyor. Pittsburgh Üniversitesinden Dr. Bruce Rabin, “Stresin insanın bağışıklık sistemini değiştirici etkisini anlama aşamasındayız. Ama gevşeyip sinirlerimizi dinlendirmeyi öğrenmek şimdilik kestirme çâre” dedi.

Dinî tutumların stresle başa çıkmadaki etkisinin bilimsel yöntemlerle tesbit edildiği bir araştırmada, Denizli merkezde yaşayan 15 yaş ve üzerindeki 869 kişi üzerinde anket yapıldı. Stresle başa çıkmaya yönelik tutumlar içerisinde en yüksek ortalamaya, dinî bilgi düzeyi çok iyi olan grubun sahip olduğu belirlendi.

“Dinî Tutum-Stresle Başa Çıkma İlişkisi” adlı doktora tezinde, “Duâ, kişiye yükünün paylaşıldığı ve yalnız olmadığı duygusunu verir. En çaresiz ve ümitsiz durumlarda her şeyi duyan, her şeyi bilen ve gücü yeten bir kudrete inanmak, sığınmak ve güvenmek o kişiye sakinlik ve huzur verir” denildi.

Stresten kurtulmak için esas olanın Allah’a tam teslimiyet olduğunu anlatan Dr. Erkan Kavas, “İbadet esnasında insan, kendisini Allah’ın huzurunda hisseder. İbadet süresince insan, mümkün olduğu ölçüde Allah’la olan ilişkiler dışındaki uğraşılarından uzak durur. Kendisini dış etkilerden adeta soyutlar, Allah’la başbaşa olduğunun bilincine erişmeye çalışır. Böyle bir tutum, ruhu Allah’a açılmaya hazır duruma getirir. Böyle bir ruh hali içinde bulunurken insan, duâ ile Allah’a teslim olabilir. Öyleyse ibadet ve duâ, bir anlamda ruhun yıkanmasıdır. Bu hali yaşayan insan, stresten uzaktır” dedi. (Dr. Erkan Kavas, Yeni Asya, 16.07.2013)

ZİYARET VE GÖRÜŞME

Rafet ÖZCAN

Ziyaret bir kişinin izin alarak bir başkasını görmeye gitmesidir. Ziyaretin toplumda iletişim açısından önemli bir işlevi vardır. Ziyaretin ana ilkelerine uyarak başarılı olması sağlanabilir.
Resmi ziyaretler, nezaket (protokol) ziyaretleri, iş ve görüşme ziyaretleri, bayram ziyaretleri, aile ziyaretleri, hasta/hastane ziyaretleri, teşekkür ziyaretleri, evlilik kutlama ziyaretleri.
Ziyaret zamanı çok iyi seçilmeli ve bir iki gün önce randevu alınmalıdır. Aynı gün için yapılan ziyaret istemleri rahatsızlık yaratabilir.
Ziyaret istemlerinin yerine getirilmesinde küçük büyüğe uyar. Büyük istediği zaman randevu verebilir. Eşit düzeydeki ziyaret istemini tarih olarak bir iki seçenek sunabilir. Uygun seçenekte anlaşılabilir.
İade edilmesi gereken ziyaretler zamanında yapılmalıdır.
Ziyaretlere gidilirken çiçek veya mütevazı armağanlar götürmek her zaman geçerlidir.
Öğleden önce 1000  - 1100 , öğleden sonra 1500  - 1700 saatleri en uygun zamandır. Bu saatler dışında ziyarete gidilen kişi zorla yemeğe davet etmek zorunda bırakılmaz. İstenmediğinizi sezdiğiniz (yöneticinin sezgileri çok kuvvetlidir) bir yere ziyaret yapılmaması gerekir.
Yöneticimize saygılı olmalıyız, taşıdığı unvana göre makamımıza girdiğinde selamlayarak hitap etmeli yöneticimiz oturmamızı söylemeden ya da oturmamız gerektiğinde izin istemeden oturmamalıyız.
Üstümüz görüşmenin sonunda “MEMNUN OLDUM TEŞEKKÜR EDERİM” derse, el sıkmak için elini uzatırsa GİTMEMİZ GEREKTİĞİNİ anlamalıyız.
Yöneticimizin veya üstlerimizin makamında oturacağımız koltuk masaya yakın ve uygun olan koltuktur. Biz içerdeyken bizden üst birisi gelirse oturduğumuz koltuktan kalkarak bir koltuk geriye gitmemiz gerekir. Eğer üst makama birden çok kişi ile gitmişsek düzey ve kıdeme göre sıralanmalı ve en üst olan yöneticiye en yakın oturmalıdır.
Protokolde üst sağdadır. Otururken veya yürürken astın solda olması gerekir. Üstümüzün önüne geçmemeliyiz, astımızın da arkasında kalmamalıyız.
Resmi açılışlar daima en üst tarafından yapılır. Toplantılarda ve törenlerde konuşma sırası ASTTAN ÜSTE  doğru olduğu unutulmamalıdır. EN ÜST EN SON KONUŞURLAR.
Astlar daha çok TEKNİK ve AYRINTILI konularda,
üstler ise POLİTİK ve STRATEJİK konularda ve genel nitelikte konuşmalar yaparlar.
Konuşmalarımızın başında ve sonunda saygı ile selamlamayı unutmamalıyız.
Üstümüz ziyaretimize geldiği zaman veya denetime geldiği zaman ilke olarak makam koltuğumuzda oturmayarak konuk koltuğuna, konuk karşısında oturmalıyız. Yöneticimiz geldiği zaman makam koltuğuna oturması teklif edilir, buyur edilir. Çünkü o koltukta biz onları temsil etmekteyiz.
Bizden alt düzeydeki kişileri makam koltuğumuzda oturarak kabul ederiz. Ancak eş düzeydekiler yaş,kıdem ve diğer yönden bizden üst iseler, onları konuk koltuğunda oturarak kabul etmek SAYGIYI gösterir. İlke olarak,saygı duyduğumuz kişilere eşit düzeyde oturmalıyız 
Makamımızda resmi bir konuk ya da üstümüz var ise içeriye astlarımızı almaz zorunlu kalmadıkça telefonla görüşmememiz, yazı imzalamamamız başka şeylerle ilgilenmememiz gerekir. Zorunluluk durumunda özür dileyerek izin istemeliyiz.
Astımızla İŞ görüşmesi yaparken ve emir verirken ilke olarak makamımızda oturmalıyız. Makam, YETKİ (otorite) ve sıra dizin (hiyerarşi) demektir.
Makamımıza gelen konuklara ayağa kalkarak “hoş geldiniz” diyerek elleri sıkmalı ve protokol sırasına göre oturtmalı, buyur etmeli, ikramda bulunmalı, EN AZ
GÜLERYÜZ GÖSTERMELİDİR.
Konuklarımızı önce oturtmalıyız sonra konuşmalıyız. Astlarımızla görüşmek gerektiğinde de önce oturtmalıyız sonra görüşmeliyiz.
Göreve yeni başlanmışsa kutlamaya gelenlere ikramda bulunmak ilişkileri sürdürmek, teşekkür etmek. İade-i ziyaret için isimleri not ederek unutmamak gerekir. Bizden önce atanan eş düzeydekiler ile üst yöneticileri kutlamak için önce biz gitmeliyiz.
Bir görevden ayrılırken astlarımızla toplantı yaparak vedalaşmalı, katkıları için teşekkür etmelidir. Eş düzeydeki yöneticilere ve   üstlerimize de veda ziyaretinde bulunarak teşekkür etmeliyiz.
Çalışma arkadaşlarımızın özel ve önemli günlerini kutlamalıyız
***
      

İNSAN İLİŞKİLERİ VE GÖRGÜ KURALLARI

TERBİYE

             NEZAKET
                           
ZARAFET

Sosyal davranışın temelini oluşturan TERBİYE,   NEZAKET, ZARAFETİN, içerikleri protokol uygulamalarına yön verir, anlam kazandırır.
İNSAN İLİŞKİLERİ:

ELEŞTİRİYİ YERİNDE VE ZAMANINDA YAPMAK
GİYİME ÖNEM VERMEK
BAŞKALARINI RAHATSIZ EDİCİ DAVRANIŞLARDAN SAKINMAK
VERİLEN SÖZÜ TUTMAK
ZİYARETLERİMİZİ KISA VE ZAMANLI YAPMAK
OTURUŞ VE KALKIIŞTA HAREKETLERİMİZE ÖZEN GÖSTERMEK
GEREKTİĞİNDE ÖZÜR DİLEMESİNİ BİLMEK
ÖZEL KONUŞMA YAPANLARI DİNLEMEMEK
UYGUN OLMAYAN ŞAKALARDAN KAÇINMAK.
GİYİNMEDE DİKKAT EDİLECEK GENEL GÖRGÜ KURALLARI
KADIN VE ERKEK KENDİSİNE UYGUN KIYAFET SEÇMELİ.
KIYAFETLER YAŞ, FİZİK VE MESLEĞE UYGUN OLMALI.
ELBİSE; GÖMLEK KRAVAT VE ŞAPKA GİBİ EŞYALARA UYGUN OLMALI.
SÜKÜK,YIRTIK ÜTÜSÜZ ELBİSE VE BOYASIZ AYAKKABI GİYİLMEMELİ
ÇALIŞTIĞI İŞYERİNDE SADE GİYİNMEYE ÖZEN GÖSTERMELİ,
TOPLANTILARA UYGUN KIYAFETLERLE KATILMALI
MİSAFİRİ UYGUN KIYAFETLE KARŞILAMALI
TOPLUMUN KABUL ETMEYECEĞİ KIYAFETİ GİYİNMEDEN KAÇINMALI.
KARŞILAMA,SELAMLAMA VE EL SIKMADA UYULMASI GEREKEN KURALLAR
ABARTILI SÖZ VE DAVRANIŞLARDAN KAÇINILMALI
BAYAN ELİNİ UZATMADAN ERKEK ELİNİ UZATMAMALI
EL SIKARKEN OLUMSUZ DAVRANIŞLAR DAN KAÇINILMALI
ERKEĞİN BAYANI,GENCİN YAŞLIYI,GELENİN ORDA BULUNANI,AYRILANIN KALANI SELAMLAMASI GEREKİR.
KARŞILAMA VE UĞURLAMADA TEBESSÜM EKSİK EDİLMEMELİDİR.
KONUŞMALARDA UYULMASI GEREKEN KURALLAR
MUHATABIN DÜZEYİNE UYGUN OLMALI VE SERT İFADELERDEN KAÇINILMALI
ARGO SÖZCÜKLER KULLANILMAMALI
YENİ TANIŞILAN KİŞİLERE MESAFELİ DAVRANILMALI
YÜKSEK SESLE VE HIZLI KONUŞULMAMALI
SAMİMİ,GÜVANİLİR VE SAKİN OLMALI
HER YERDE İLERİ GERİ SÖZ SARFEDİLMEMELİ
YANLIŞ ANLAŞILACAK SÖZLERDEN KAÇINILMALI
TELEFON KONUŞMALARINDA UYULMASI GEREKEN KURALLAR
TELEFON EDENİN KARŞIDAKİNE KENDİNİ TANITMASI GEREKİR.
ÖLÇÜLÜ VE NAZİK BİR DİL KULLANILMALI
AHİZENİN KULLANILMASINA DİKKAT EDİLMELİ
SABAH SAAT 10.00 DAN ÖNCE VE AKŞAM SAAT 22.00 DEN SONRA TELEFON EDİLMEMELİ
TELEFONDA GİZLİ KONULAR KONUŞULMAMALI.
CEP TELEFONLARINI UYGUN OLMAYAN YER VE ZAMANDA KAPALI TUTMALI.
  NEZAKET ise bu gelişmelerin ötesinde bir anlayıştır. Geleneklere uygun, saygılı, hoşgörülü, dürüst, haksever, hatır sayar, kadirşinas, minnettar, v.b. gibi kişisel niteliklerin bütünüdür.
ZARAFET ise zorunluluk olmadan, karşılık beklemeden geleneklere uygun, güvenli, ölçülü, yakışık alan sadelik içinde rahat ve akıcı sözler ve hareketlerle kişinin yarattığı etkidir.
PROTOKOLÜN amacı düzeni bozmak değil, varsa düzensizliğe son vererek toplumsal ilişkilerin gelişmesini sağlayan nezaket ve karşılıklı saygı ortamını yaratmak olduğunun unutulmaması gerekir.
Eğitim almış kişi, kendisine saygı duyduğu için başkalarına da nazik ve iyi TAVIR içinde hareket ederek saygı duyar.
GÖRGÜ KURALLARI karşılıklı saygı ve anlayışa dayanan öğrenilmesi gereken kurallardır. Nerede nasıl davranılacağını bilmek önemlidir.
Yönetim, bir resmi ilişkiler sistemi olarak daima PROTOKOL kuralları içinde gerçekleşir.
YÖNETİMDE PROTOKOL, RESMİ GÖRGÜ KURALLARI anlamını taşımaktadır.
TANIŞMA-TANIŞTIRILMA
İletişimin başlangıcında önem taşır.
Tanışmada isimleri doğru söylemek önemlidir.
Tanışmada yeni gelenler var olanlara
Erkekler bayanlara (Devlet Başkanları hariç)
Astlar üstlerine
Küçükler büyüklere
Gençler yaşlılara
Genç kız yaşlı erkeğe ve kadına tanıştırılır.
Kişiler birbirini dinleyerek sözü bitmeden konuşmaya başlamamalıdır. Dinlemesini bilmek ve konuşma sırasını beklemek büyük erdemdir.
    Hazırlayan: RAFET ÖZCAN

6 Eylül 2013 Cuma

ÇARE; KENDİMİZE GELMEK

M.Latif SALİHOĞLU

Tam uyanış olmadan sıkıntı bitmez
Uykuda ve rüyâ halinde iken uyandığını zanneden kimse—ki, rüyâ içinde rüyâdır bu—aslında daha derin bir uyku ve katmerli bir rüyâ tabakasına dalmış, gitmiş demektir. 

Böyle derin uykuya dalmış bir kimsenin evine hırsız girse, yahut yangın çıksa, hatta zelzele olsa, yine de şuurî bir uyanış ile âcil tedbir alma cihetine gitmesi kolay olmasa gerek. Zira, böyle biri yatağından sıçrayıp zâhiren uyansa bile, uyuşukluk, sersemlik ve şaşkınlık hali bir müddet daha devam edip gider.
Zuhûr eden tehlike karşısında alınacak sağlıklı tedbir ve çare için, gerçek uyanış halinin vuku bulması lâzım.
Gerçek uyanış, rüyânın tamamen kesilmesi, uyku halinin bitmesi, göz farlarının açılması ve şuurun tam yerine gelmesiyle ancak mümkün olur.
İşte, bu mânâdaki bir uyanışın henüz vuku bulmadığı Libya, Tunus, Mısır, Irak, Suriye, Filistin, Afganistan, Pakistan gibi İslâm ülkelerinde ne yazık ki sıkıntılar bitmiyor, belâ ve musîbetlerin ardı arkası kesilmiyor.
Tamamı dost/kardeş ve bir kısmı sınır komşumuz olan bu geniş İslâm coğrafyasını yakıp kavuran ateşin harareti, haliyle ülkemizi de etkisi altına alıyor.
Hepimiz el birliğiyle bu dehşetli fitnelerin yakıcı ateşini vargücüyle söndürmeye çalışması lâzım gelirken, ne yazık ki, bu iklimin insanları yeni yeni bazı formülasyonlarla kitleler halinde uyuşturulmaya, pasifleştirilmeye, hatta aptallaştırılmaya gayret ediliyor.
Gayet sinsice uygulanan bu formülasyonun, meselâ yakın tarih Türkiye versiyonuna baktığımızda şunları görüyoruz ki:
* 1980 Darbesinden sonra, hürriyet ve demokrasinin “olmazsa olmaz” şartlarından biri olan “farklı sesler” susturuldu.
* Farklı fikirlere kelepçe vuruldu; farklı fikir sahipleri cezalandırıldı.
* Rayına oturma trendine girme eğilimi gösteren hukuk ve siyaset mekanizmasının canına okundu.
* Demokrasi süngünün ucuna takıldı.
* Kenan Paşa, Anayasanın da üzerine çıkartılıp “Evren”selleştirilerek, rakipsiz ve alternatifsiz tek Cumhurbaşkanı adayı olarak seçmen kitleye resmen dayatıldı.
* Cuntacı Evren’in Cumhurbaşkanlığı ile siparişli Darbe Anayasası aynı anda ve tek seçenek halinde referanduma götürülerek, sahnelenen tiyatral oyunda koca bir millet figüran olarak kullanıldı. (Bir yandan oy kullanma mecburiyeti getirildi. Bir yandan da, işlenen azim günahkârlığa ortak olmak istemeyen insanoğlu insanlar, cuntacılar ile darbe alkışçıları tarafından adeta birer hâin veya mücrim ilân edildi.)
* Darbe Anayasası “referandum zokası” ile yüzde 92 seçmene yutturulduktan hemen sonra, başta üniversiteler olmak üzere ülke genelinde başörtülülere karşı cadı avı harekâtı başlatıldı.
* Referandumdan bir süre sonra da “sözde demokrasi”ye geçildi. Türkiye 1983’te genel seçim atmosferine girerken, darbe cuntası, istemediği partiler ile sevmediği adayları bir güzel veto ederek, demokrasi bir kez daha paspas edildi.
* İşte, tam da bu tarihten itibaren, Türkiye, devleti ve milletiyle birlikte “emir-komuta” silsilesi tarzında yeniden “dizayn” edilmeye çalışıldı. Şöyleki:
1983 patentli olarak, tanınmış, şân-şöhret kazanmış bazı şahıslar piyasaya sürüldü. Bu şahıslar, liderlik pozu ile kitlelere lanse edildi.
Ardından, kitlelerin iradesi bu liderlerin tekeline, ipoteğine alınarak, bunlar rakipsiz, alternatifsiz birer efsane şahsiyet gibi parlatılıp cilâlandı.
Bu dizayne göre, artık köklü fikir, izzetli dâvâ, tarihî misyon, aklî muhakeme, doğruları sorgulayarak öğrenme gibi insanî meziyet hasletler silikleştirilmeye çalışılırken, bir yandan da herşey ve her hareket şahsa, lidere, tek adama, yani “şahs-ı vahid”e endekslenmeye gayret edildi. Meselâ:
1) Kürt kitlesinin iradesi, tek adamın inisiyatifine terk edildi. Gerisi adamdan bile sayılmadı. Kullanılmaya müsait karanlık şahıs, alternatifsiz bırakılarak efsaneleştirildi. Alternatif fikir üretme niyetine girenlerin dahi kellesi uçuruldu. Örgütle bağlantılı karanlık odaklar tarafından işlenen iç infazlar, yaklaşık otuz yıl devam etti.
2) Kullanılmaya müsait bir diğer kitleyi ise, akıl ve muhakemeden ziyade kalp ve hissiyatın ön planda tutulduğu dindarlar teşkil ediliyor.
İşte, yine aynı tarihlerde olmak üzere, bu geniş kitlenin iradesi de tek adamın inhisarına sokulmaya çalışıldı. Alternatifler ise, gölgede bırakıldı.
Şahıs merkezli yeni yapı, hemen her yönüyle cazibe merkezi haline getirildi. Tâ ki, başka bir hareket gelişemesin; tâ ki, meşverete ve şahs-ı maneviye dayalı hür iradeler bir yerde temerküz edip kuvvet bulamasın.
3) Türkiye’de efradı en çok olan ise, seçmen kitlesidir. Diğerlerinde olduğu gibi, bu kitlenin de iradesi şahıs/lider tekeline sokularak, Türkiye’de birikmiş siyasî fikir, şuur, misyon denen servet, adeta çarmıha gerildi.
Şahıs endeksli alternatifsiz siyaset, yaklaşık otuz yıldır Türkiye’de hükümrandır. Bu ise, faşizan bir demokrasiyi, yahut müstebidane bir meşrûtiyeti işmam ediyor.
 Evet, demokrasi bazan dikta libâsını giyer ve müstebidane bir çehreye bürünür. Buna aldanmamak lâzım.
Üstad Bediüzzaman, böylesi bir tehlikenin varlığından bizleri tâ bir asır öncesinden haberdar ediyor: “Meşrû, hakikî Meşrûtiyetin müsemmâsına ahd û peymân ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, meşrûtiyet libası giysin ve ismini taksın, rast gelsem sille vuracağım... Fikrimce, Meşrûtiyetin düşmanı, meşrûtiyeti gaddar, çirkin ve hilâf-ı şeriat göstermekle meşveretin de düşmanlarını çok edenlerdir.” (Divân-ı Harb-i Örfî, s. 40)
* * *
Arap ve İslâm âlemindeki uyanış, Türkiye’deki hakikî uyanışa bağlıdır.
Türkiye’de kâmil mânâdaki hürriyet ve meşrûtiyet güneşinin önündeki karanlık bulutlar ve nâmert korkular henüz izâle olup gitmediği için, komşu ve kardeş ülkelerdeki uyanışlar da çoğu zaman yanlış ve tersinden olmaktadır.
Evet, sömürge sistemi kaldırılmış ve ardından gelen diktacı yönetimlerden de gına gelmiş olmasına rağmen, Müslüman topluluklarda henüz tam bir intibah ve hakikî mânâda bir uyanış sağlanabilmiş değil. Zira, kitlelerin iradesi, şu veya bu şekilde hâlâ şahısların ipoteğinde veya “tek adam”cı sistemlerin elinde.
Bu ise, şuurlu dirilişi ve hakikî uyanışı değil, aksine tersten uyanışı veya fikren daha da uyuşturmayı, tembelleştirmeyi, hatta—lütfen mâzur görün—aptallaştırmayı netice veriyor.
İşte, bu elim ve feci vaziyetten dolayıdır ki, İslâm ehli olarak başımız belâ ve musîbetlerden kurtulamıyor. Kader, zalimlerin şiddetli tokadına bizleri müstehak kılıyor.
Çare, kendimize gelmektir. Aklımızı başkasının cebinden çıkarıp başımıza devşirmektir. Hür irademize hakkıyla sahip çıkmaktır. Şahs-ı vahide değil, şahs-ı mânevîye bağlanmaktır. Lider sultası altına girmek değil, meşveret ve şûrânın şefkat sinesine sığınmaktır.
Biz bunları yaparsak, yapabilirsek şayet, Cenâb-ı Hak da rahmet ve inayet kapılarını ardına kadar açacaktır, inşaallah.
07.09.2013

1 Eylül 2013 Pazar

1982 ANAYASA'SINA EVET DİYENLER...




Mustafa CAN
12 Eylül 1980 darbesine ve 1983 Referandumunda “Darbe Anayasası”na “Evet!” diyenler bu gün de 12 Eylül 2010 referandumunda “Evet!” deme kampanyası başlattılar. Bunların başında ise “Din Derslerini Zorunlu hale getirdiği” gerekçesiyle Anayasa’ya “Evet!” diyip ihtilal lideri Kenan EVREN’i cennetlik ilan eden Fetullah Gülen Hocefendi gelmektedir.
Fetullah Gülen Hocafendi’nin “Evet!” demesi önemlidir. Zira ABD’de tedavi gerekçesiyle gözetim ve denetim altında tutulan hocafendinin “Evet!” demesi ABD’nin bu referandumdan “Evet!” çıkmasını istemesi demektir. Zira devletlerin iç işlerine karışmayan ve tarafsız olan ABD’nin resmi sözcüleri yine “Siyasete asla karışmayan ve her partiye aynı mesafede duran ve tarafsızlığını her hal ve şart altında ilan eden Fetullah Gülen gibi kanaat önderleri ve liderlerdir.
Fetullah Gülen bu referandumda o derece hararetle taraftardır ki “Mezardakileri kaldırıp evet demek mümkün olsa kaldıracak ve “Evet!” demelerini sağlayacaktır. Gerisini siz hesap edin… “Değil sadece kadını erkeğiyle, çoluğu çocuğuyla ve dünyanın dört bir yanına dağılmışıyla hayatta olan insanları, imkân olsa mezardakileri bile kaldırarak o Referandum’da “EVET” oyu kullandırmak lazım. Mezardakiler bile kalksın. Ben zannediyorum kalkarlar da.. Ben zannediyorum ruhları koşar da. Çünkü demokrasi adına çok önemli bir adımdır” ifadeleri ona aittir.
Tabii bu ifadeler tarafsız ve demokrasi aşığı bir liderin samimi ifadeleridir. (!..)
Peki, ‘12 Eylül’de yapılacak gereksiz ve lüzumsuz hiçbir derde deva olmayacak ve (şimdiye kadar yapılan 83 madde değişikliğinden de anlaşıldığı gibi) 12 Eylül Anayasa’sında hiçbir şey değiştirmeyecek olan kısmî değişiklikler için “Evet!” oyu kullandırma çabasının arka planında ne var acaba?’ demekten kendimizi alamıyoruz.
Milletimizin ikbali için Anayasa’nın toptan yenilenmesine ve değiştirilmesine şimdiye kadar destek verdiğini görmediğimiz Fetullah Gülen hoca neden şimdi tam bir Demokrat kesildi?” bunu anlamakta zorlanıyoruz…
12 Eylül Anayasa’sına “Evet!” kampanyası açanların bu gün kısmî değişikliğe de “Evet!” kampanyası açmaları gerçekten düşündürücü? Peki, ama daha önce 83 maddesi değişirken neden onlara aynı duyarlılığı göstermediler?
Milletin istikbali için çalışan ve yaklaşık 11 senedir ABD’de Prensilvanya’da çiftliğine ikamet eden kanaat önderi ve dini lider Fetullah Gülen “Anayasa değişikliği milletin istikbali için desteklenmeli ve gerekirse mezardaki ölülerin ‘Evet!’ Oyu vermek isteyen ruhlarını çağırarak cesetlerini diriltip getirip “Evet!” demeliyiz. Bu değişiklik o kadar önemlidir” diyor…
Neden “Evet!” demek gerekiyor? Bu hususları da şöyle açıklıyor:
  1. 12 Eylül, 12 Mart ve 27 Mayıs darbesini yapanların şahsi saltanat kurmuşlardır.
  2. Sahabe kalbi gibi temiz kalplere sahip gençleri sağcı-solcu diye ayırmışlardır.
  3. Anayasa değişikliği yapılması zordur ve maalesef yapılamamıştır.
  4. Demokrasi adına çok önemli bir adımdır.
  5. Bu darbecilerle hesaplaşma değildir ama gelecek için bir adımdır.
  6. Evreni din derslerinden dolayı destekledim yine desteklerim…
  7. Bülent Ecevit’e de “makamı cennet olsun!” diye dua ediyorum…
  8. Ben bütün bunları hakkın hatırı için diyorum…
Bu anlatılan gerekçeler genel hususlar olup doğrudan referandum ve Anayasa değişikliği ile ilgisi olmayan hususlardır. AKP Genel başkanı da “Evet!” kampanyasını doğrudan Anayasa Maddeleri üzerinden değil, “Demokrasiye, Hürriyete ve Darbeye Evet mi Hayır mı?” üzerinden yürütmektedir.
Bu şekliyle Anayasa değişikliği bir aldatmacadan ibarettir.
Kafamdaki soru şu: “Acaba Fetullah Gülen ve Tayyip Erdoğan bu Anayasa değişikliğine bu kadar asılmaları ile neyi hedeflemektedirler?”  çünkü Darbe Anayasası değişsin diye kampanya açanlar daha önce bu darbe Anayasasına  “Evet!” demek için de kampanya açmışlardı. O gün anayasayı yapanlar onları mükâfatlandırdılar ve bu günlere geldiler. Bu nedenle kafamdaki şüpheleri giderecek somut şeyler bekleme hakkım vardır.
Kaynaklar: