27 Ekim 2013 Pazar

İHTİLAF DEĞİL, İTTİFAK LAZIM

Birlik ruhunu geliştirmeliyiz
24.10.2013
                                                                                           
İslam dünyasının ihtilâfı, bölünmüşlüğü ve dağınıklığı hakkında yüzlerce sebep sayılabilir. Temelde toplumsal yapıları sarsan bir kısım kişisel hastalıkların özelde İslam alemini de olumsuz etkilediği, güçten düşüren bir dağınıklık ürettiği söylenebilir.
Kardeşliği yüceltmek, bireysel ve toplumsal marazlardan kurtulmayı gerektirir. Bugün İslâm dünyasının en çok ihtiyaç duyduğu şeylerin başında maddi-manevi bağları güçlendirmek geliyor.
Müslümanlar birbirini hem sahiplenen, hem kollayan, hem eksiklerini ve yanlışlarını yapıcı bir şekilde düzeltmeye çalışan bir tutum içinde olmalıdır. ‘Körü körüne itaat ve teslimiyet’ nasıl bir kısım sorunlar üretirse ‘körü körüne tenkit ve karşıtlık’ da sorunlar üretir. Bir bireyin onlarca iyi, birkaç da kötü alışkanlığı olabilir. Adaletin gereği o kişiyi genel özellikleriyle değerlendirmek, kötü diye düşündüğü özelliklerini düzeltmek için de yapıcı katkıda bulunmaktır.
Said Nursî’ye ‘İslâm âlemindeki ihtilafı gidermenin çaresi nedir’ diye sorduklarında şu cevabı verir: ‘Müttefekun-aleyh olan makasıd-ı aliyeye nazar etmektir (üzerinde anlaşılan yüksek maksatları öne çıkarmaktır). Çünkü Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir, Kur’ânımız bir. Zaruriyat-ı diniyede umumumuz müttefik. Zaruriyat-ı diniyeden başka olan teferruat veya tarz-ı telakki veya tarik-i tefehhümdeki tefavüt, bu ittihad ve vahdeti sarsamaz, racih de gelemez (Dinin kesin emirlerinin dışındaki konulardaki veya anlayış biçimlerindeki farklılık, bu birliği ve birleşmeyi sarsamaz, üstün de gelemez). Gaye-i hayalden tenasi veya nisyan olmakla, ezhan enelere dönüp etrafında gezerler. İşte gaye-i hayal, maksad-ı ali bütün vuzuhuyla meydana atılmıştır (Asıl hedefler unutulursa, zihinler benlik’e döner ve etrafında gezer, işte asıl gaye ve yüce amaçlar bütün açıklığıyla ortaya çıkmıştır).’
Bu sözlerden anlaşılan şudur: Herkes kendi işini yaparsa ve asli işine odaklanırsa bir güç birliği ortaya çıkabilir. Ancak herkes başkasıyla uğraşırsa veya asıl maksadı unutup meseleleri kişiselleştirmeye başlarsa o zaman birlik bozulur, hepbirlikte sukut yaşanır.
‘Madem gaye ve maksad haktır, delil ve velilelerdeki fesad, böyle inşikak-ı kuluba (kalp birliğinin bozulmasına) sebebiyet vermemeli’...
Adalet, toplumlar için de bireyler içinde temel mikyastır. Her türlü ilişkinin temelini adalet, hakkaniyet, insaf ve merhamet oluşturmalıdır. Toplumsal kesimler birbirini yukarıya çeken bir rekabet halinde olursa ancak topyekün yücelme olur.
Üstad hazretleri ihtilaf sebeplerini sayarken cerbeze üzerinde de durur, ‘fikr-i tenkid ve bedbinliğe (karamsarlığa) istinad eden (dayanan) cerbeze daima zalimdir’ der. Yalnız kusurları görmek cerbezedir. Birliğin gereği hüs-ü zannı esas almak ve daha iyiye ulaşabilmek için pozitif düşünmektir.
Kara gözlükle dünyaya bakmaya alışanlar herşeyi karanlık görmeye başlarlar. Oysa ‘güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır’...
Hakikati ortaya çıkarmak veya birbirimizi dostane uyarmak için yapılan eleştiri terakki ve tekamül için büyük önem taşır. İnsaf ve hakkaniyet ölçülerini kaybeden eleştiri ise yıkıcı ve tahrip edici olur. Bediüzzaman’ın dediği gibi, ‘En müdhiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinad eden (dayanan) tenkiddir. Tenkidi eğer insaf işletirse hakikati rendeçler (düzeltir). Eğer gurur istihdam etse tahrip eder, parçalar’.
Karşılıklı laf yarışına girmek, lüzumsuz polemikler yapmak, her sözü nefsine değil de karşısındakine söylemek, abartı ve mübalağaya kaçmak, çekişmek ve çekiştirmek bizi biz yapan değerlere de, kardeşlik mantığına da terstir. Ferd düzeyindeki marazların gruplar ve topluluklar düzeyinde sıkıntılar üretmemesinin yolu, kişiselleştirilen meseleleri körüklemek değil soğutmak olmalıdır.
Rabbim bizi kardeşliği ve ittihadı yüceltenlerden eylesin...
Yasin Doğan
Yeni Şafak, 23.10.2013

26 Ekim 2013 Cumartesi

AHİR ZAMAN VE SÜFYAN CERYANI

Eleştiri-Yorum Araştırma Merkezi
Ahir zamanda din ve İslamiyet aleyehine iki müthiş cereyan hükmeder. Birisi “İnkar-ı Uluhiyet davası ile çıkan Deccalizm… İkincisi ise “Şeriat-ı Muhammediye’yi tahrip edecek olan Süfyanizm cereyanıdır. 
Bediüzzaman hazretleri “Onun mahiyetinin ne olduğunu, en başta ve en ziyade alâkadar ve en son ondan vazgeçecek adamların ellerine katî hüccetler gösteren ve ispat eden Risale-i Nur geçmesi, kemâl-i merak ve dikkatle okunması öyle bir hâdisedir ki, bizler gibi binler adam hapse girse, hatta idâm olsalar, din-i İslam cihetiyle yine ucuzdur” (Şualar, 2005, s.534) buyurarak bu cereyanın mahiyetinin anlaşılmasının önemini ifade eder.
Bu cereyanların temsilcileri vardır ve onların arkasından giden milyonlar gafil biçâre insanlar ve Müslümanlar bulunmaktadır. Bediüzzaman vazifesi itibarıyle “Şeriat-ı Muhammediye’nin hakkaniyetini ispat etmek ve ihya etmekle mükellef olduğu için muhatabı ve mücadele alanı Şeriat-i Muhammediye’nin kaldırılarak yerine “Batı Hukuk sisteminin” getirilmeye çalışıldığı ülke olan Türkiye ve bunu devrimleri ile yapan Mustafa Kemal’dir.
Bu sebeple Bediüzzaman “Bana hücum eden garazkârların en esaslı sebebi, Mustafa Kemal’in dostluğu ve tarafgirliği vesilesiyle beni eziyorlar. Ben de o garazkârlara derim ki: Ölmüş gitmiş ve dünyadan ve hükümetten alakası kesilmiş bir adam hakkında otuz sene evvel bir hadis-i şerifin ihbarıyla Kur’ân’a zararlı öyle bir adam çıkacak dediğimi ve sonra Mustafa Kemal o adam olduğunu zaman gösterdi.
Evet, çok emarelerle bildik ki, bana hücum edenleri tahrik eden, Mustafa Kemal’e itirazımdır ve ona dost olmadığımdır. Başka sebepler bahanedir.” (Emirdağ Lâhikası, 2006, s. 486) buyurmaktadır.
Bediüzzaman “Ben manevi bir âlemde İslam Deccalini gördüm. Yalnız bir tek gözünde teshir edici bir manyetizma gözümle müşahede ettim ve onu bütün bütün münkir bildim. İşte bu inkâr-ı mutlaktan çıkan bir cüret ve cesaretle mukaddesata hücum eder. Avam-ı nas hakikat-i hali bilmediklerinden, harikulada iktidar ve cesaret zannederler” (Şualar, 2005, s. 929) buyurarak İslam Deccalını gördüğünü açıkça ifade etmektedir.
1338’de Bediüzzaman Ankara’ya geldiği zaman M. Kemal ile görüşür ve bazı özel konuşmaları olur. M. Kemal Bediüzzaman’ı kendisine çekmek ve nüfuzundan istifade etmek için Mebusluk, Şark vaizliği, Diyanet azalığı ve Köşk gibi teklifleri yapar. Ancak Bediüzzaman rivayetlerde gelen eşhas-ı ahirzamana ait haberlerin mühüm bir kısmını ve Hürriyetten evvel İstanbul’da tevilini söylediği hadislerin ihbar ettiği ahir zamanın dehşetli şahıslarının âlem-i islam ve insaniyette zuhur ettiğini görür. “O zamana yetiştiğiniz zaman siyaset canibiyle onlara mukabele edilmez; ancak manevi kılıç hükmünde i’câz-ı Kur’ânın nurlarıyla muakbele edilir” tavsiyesine uyarak Van’a gider. Risale-i Nurların telifine başlar. (Tarihçe-i Hayat, 2006, s. 232-233)
Bediüzzaman Ahirzamandan haber veren “Sırr-ı İnnâ A’teynâ” da “İstibdad-ı askeriye-i keyfiye-i küfriyyenin başına geçen mason komitesinin üç reisinin (MK-Mİ-MF) derece-i hataları ve şeriat hakkında işledikleri cinayetteki hisselerini kendi isimlerindeki aded-i zahir gösteriyor” dedikten sonra cinayetlerini sıralar ve:
Üçüncüsü: Zahiren İslamiyyete taraftar ve bir derece iman sahibi olarak kendini gösteriyor. Fakat ehl-i iman onun surî diyanetine aldanıp dizginleri öteki gaddarların ellerine verdiğinden o dahi umumi cinayette kendi ismi miktarınca 103 hisse alır” demektedir.
Hz. Ali (ra) Ercuzesinde “Üçü de zındık ve ehl-i cehennemdir. Onlara yardım edenlerin vay haline!” demektedir.
Bediüzzaman kendisine yöneltilen “Nasıl bu Cumhuriyet-i İslamiye’nin bir takım reislerine küçük deccal namını veriyorsun. Hâlbuki diyanet riyasetindeki mühim ulemâlar misali çok ulemalar onlara tabidirler ve Ona duacıdırlar” şeklindeki tenkidvâri suâle şöyle cevap verir:
1350 sene evvel Hz. Peygamberin bir şakirdi ve esrar-ı Kur’âniye’nin dersini bizzat peygamber Aleyhisselam’dan alan Hz. Ali Kerremellahü veche, meşhur ve matbu’ kasidesinde demiş: ‘Huruf-u Arabiyye, Acemî, yanî Frengî (Latin) hurufuna tebdil edildiği zaman deccali bekleyiniz!
İşte o işi yapanlar (Frengî ve Lâdinî çalışması) ise küçük deccallardir ki büyük Deccalın karakoludur. Hem de o zamanın en fenası, ulemanın fenasıdır. (Ulema-i Sû) Yani dalaletin en fenası, Ulemâ-i Sû namı altındaki bir kısım bedbaht ulema ki, dini dünyaya satmış adamlardan geliyor.
Ben de bu noktaya binaen derim ki: Hangi ulemâ vardır ki, Ezan-ı Muhammediyeyi beğenmeyip, yerine bir şarkıyı kabul etsin!.. Öyleleri âlim değil, belki (Meselühüm kemeseli’l-himari yahmilü esfâra / kitap yüklü merkepler gibidirler) ayetinin muhatabıdırlar…” (Cuma, 62:5)
Bediüzzaman hizmet diye veya onunla barış içinde olmalıyız veyahut herkes onu bir şekilde kullanıyor; biraz da biz kullanalım diye sisteme, rejime ve Süfyanizme yanaşanlara şöyle seslenir: “Ey uykuda iken kendilerini uyanık zannedenler! Umur-u diniyede müsamaha veya teşebbühle medenîlere yanaşmayın. Çünkü aramızdaki dere pek derindir; doldurup hatt-ı muvaslayı temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz veya dalalete düşer boğulursunuz.” (Mesnevi, 2006, s.202) buyurarak ikaz eder.

SÜFYAN'IN ÜÇ KUVVETİ


Süfyan’ın üç nevi kuvveti vardır. Birincisi Dinsizler. Bunu Süfyan’ın kendisi temsil etmektedir. İkincisi, ırkçılar bunu da Türkçü’ler temsil etmektedir. Üçüncüsü ise dindarlar teşkil etmektedir ki bunu da Siyasal İslamcılar temsil etmektedirler. Süfyanizm’in dindar kanadını tarikat heveslileri, şahsa bağlı cemaatler ve Büyük Doğucular teşkil etmektedirler. Bunun delili “Dindar Atatürk” söylemelerinin bu gruplar tarafından dile getirilmesidir.
Kemalizm’i savunan pek çok Kemalist grup ve oluşum mevcuttur. Bunlar Darbeci, Halkçı, Milliyetçi, Eyyamcı, Cuntacı, Lâdini ve Dindar Kemalistler gibi gruplara ayırmak mümkündür. 12 Eylül ve ANAP ile başlayan “Dindar Kemalizm” süreci dini grup ve cemaatlerin de desteği, devletin de onlara desteği ile AKP iktidarında başarıya ulaşmış gözükmektedir. Daha önce de AKP’nin siyaset ocağı olan “Milli Görüş ve ERBAKAN Çizgisi” “Atatürk hayatta olsaydı bizim partiye girerdi” diye “Dindar Atatürk” imajını öne çıkararak bu yolu açmıştı.
Dinsizler Atatürk’ün dinle mücadelesini ve dinsizliğini esas alarak Atatürkçülüğü buna göre anlayıp anlatırken, ırkçılar Atatürk’ün Türkçülük ve Milliyetçilik ilkesine sahip çıkarak “Ne mutlu Türküm diyene!” ifadeleri ile Kemalizm’in savunuculuğunu yapmaktadırlar. Siyasal İslam düşüncesinde olan Büyük Doğucu’lar ve tarikatçı dindarlar ile Fetullah Hoca Cemaati ve onu taklit edip takdir edenler ise Atatürk’e “Dindar Atatürk” kimliği ile sahip çıkarak bilerek veya bilmeyerek ilke ve inkılâplarının koruyuculuğunu yapmaktadırlar.
Mustafa Kemal her ne kadar Tarikatları yasaklayarak Tekke ve Zaviyeleri kapatmış ise de daha sonra Bektaşileri ve Mevlevilere başka isim ve unvanlar altında kendi ilkelerine sahip çıkmaları şartı ile hayat hakkı tanımıştır. Aynı şekilde Bediüzzaman Said Nursi hazretlerine ve “İman Hizmetine” engel olmak için bazı tarikat liderlerini kullanmıştır. Bunların başında da Abdulhakim Arvasi ve Şeyh Şerafettin-i Dağıstanî gelmektedir. Şimdi de onların takipçisi olan Şeyh Nâzım KIBRISÎ aynı yolu takip etmektedir.
Bu bakımdan Bediüzzaman Said Nursi hazretleri İstanbul’a Risale-i Nur hizmetini 20 sene sokmayan ve aleyhinde konuşmaları ile hizmetine engel olmaya çalışan Abdulhakim Arvasi’den “İhtiyar Hoca” olarak bahseder ve “İstanbul’da malum itiraz hadisesi ima ediyor ki, ileride meşrebini beğenen bazı zatlar ve hodgam bazı sofi-meşrepler nefs-i emaresini tam öldürmeyen ve hubb-u cah vartasından kurtulmayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risale-i Nur’a karşı kendi meşreplerini ve mesleklerinin revacını ve etbalarının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler; belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var” (Kastamonu Lâhikası, 2006, s. 257, 273, 277)
Bediüzzaman hazretleri “Risale-i Nur’a daha vatana, idareye zararı dokunmak bahanesiyle tecavüz edilmez; daha kimseyi o bahaneyle inandıramazlar. Fakat cepheyi değiştirip, din perdesi altında bazı safdil hocaları veya bida taraftarı veya enaniyetli sofi meşreplileri bazı kurnazlıklarla Risale-i Nur’a karşı – iki sene evvel İstanbul’da ve Denizli civarında olduğu gibi – istimal etmek ve Risale-i Nura ve şakirtlerine ayrı bir cephede tecavüz etmeye münafıklar çabalıyorlar. (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 2006, s.31)
İstanbul’da ihtiyar hoca (Abdulhakim Arvasi) bilmeyerek, bir risalenin bir meselesine itiraz ediyor. Sonra eski fetva emini Ali Rıza Efendi hazretleri ona cevap veriyor. (Tarihçe-i Hayat, 2006, s.508)
Gizli dinsizlik, mason ve zındıka komitleri geri palanda kalarak ve ipleri ellerinde tutarak iktidarı dindar görünümlü şahısların ellerine vererek icraatlarına devam edebilirler ki bununla Süfyaniyetin dördüncü devresini yaşatırlar. Böylece manevi tahribatına devam ederler.
İktidar zahiren dindar görünümlü şahısların ellerinde görünmekle beraber, kuvvet ve inisiyatif zındık münafıkların elindedir. Hakiki dindarlar da zahire bakarak aldanırlar ve o iktidara destek vererek dolayısıyla Süfyaniyetin devamına fetva verirler. Suret-i zahiriyeye bakarak aldanır ve başkalarını da aldatırlar. Münafıklık zaten bu suretle mü’minleri aldatmak demektir.
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri işin bu cihetini şöyle nazara vererek ehl-i imanı ikaz eder: “Bu asrın acip bir hassasıdır. Bu asırdaki ehl-i islam’ın fevkalade safderunluğu ve dehşetli canileri de âlicenabane affetmesi ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler manevi ve maddi hukuk-u ibadı mahveden adamdan görse ona bir nevi taraftar çıkmasıdır. Bu suretle ekall-i kalil olan ehl-i dalalet ve tuğyan, safdil taraftar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüp eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine ve teşdidine kader-i ilâhiyeye fetva verirler; ‘biz buna müstehakız’ derler.”(Kastamonu Lâhikası, 2006, s. 48)
Sonuç olarak 1980’sonrasında İslam cephesinde çok büyük dindarlık erozyonu yaşanmakta ve buna maalesef safdil dindarlar ve onları istismar eden siyasiler sebep olmaktadırlar… Müspet manada hiçbir gelişme yaşanmamakta, ne din eğitimi ve nede başörtüsü konusunda ve dini hayat bakımından dinin özüne uygun bir gelişme olmamaktadır. Son zamanlarda ise müstehcenlik artmakta, ahlak sukuta uğramakta ve seküler bir hayat dinin gereği gibi algılanmaktadır.
Anlayana sivrisinek saz; anlamayana ne söylesen az…

22 Ekim 2013 Salı

NİÇİN DÜŞÜNMÜYORUZ ?

60 wattlık ampul ve beynimiz!
İnsan vücudu sırlarla dolu muhteşem bir san’at eseri olarak yapılmış. 


Yasemin GÜLEÇYÜZ
yasemin@yeniasya.com.tr
Bilimsel araştırmaların gelişmesiyle her geçen gün sırların bir özelliği daha keşfediliyor. Medyada müjdeli haberler olarak yer alıyor.
Bilim adamlarının ortak sözlerinin hülâsası şu: Sırada çözülmeyi bekleyen çok sır var…
Geçtiğimiz günlerde beyin üzerine ihtisas sahibi bir bilim adamının söyledikleri bu sırların sınırlarını tahmin edebilmemize yardım edebilecek türden…
SAN’AT ESERİBahçeşehir Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Türker Kılıç, beynin sırlarını şöyle anlatıyor:
* Beyin anatomisi, moleküler yapısı ve fizyolojisiyle diğer organlarımızdan çok farklı özellikler taşıyor.
* Beyin dokusunda yer alan her hücrenin farklı vazifesi var. Bir hücrenin ölümü, insanın bir kabiliyetini kaybetmesi anlamına geliyor. Oysa ki vücudumuzda yer alan diğer organların hücrelerinde böyle bir yapılanma yok. Sözgelimi karaciğerin üçte biri rahatsızlık dolayısıyla alınsa bile, geride kalan üçte bir vazifesini tam kapasiteyle üstlenebiliyor.
* Beyinde milyarlarca farklı nöron (beyin hücresi) birbiriyle iletişim halindedir. Bu aynı anda beyinde bir zihinsel alan oluşmasını sağlamaktadır. Sözgelimi, bir insan beyninin yaptığı işi , bilgisayarla yapmaya kalksak, neredeyse İstanbul için gerekli olan enerji miktarı kadar enerji gerekiyor. Oysa beynimiz bunu sadece 60 watt’lık bir ampulün ihtiyaç duyacağı bir enerjiyle yapıyor. Çalışırken de ampulde olduğu gibi ısı enerjisi oluşmuyor.
“Bu inanılmaz olayı şu anda algılayabilmemiz çok zor” diyor Prof. Dr. Türker Kılıç. (Günaydın, 9 Ekim 2013)
Evet bu sadece vücudumuzdaki organlardan biri için söylenenler. Ya diğerleri?
EŞREF-İ MAHLÛKATİnsanoğlu, kâinatın küçük bir numunesi gibi çok zengin kabiliyetler, hislerle donatılmış. Bu kabiliyetleri bizlere takan Usta Sanatkârın elbette beklediği bir netice, bir meyve var. O da insanoğlunun başıboş, hayvan gibi yeyip içip eğlenerek hayatı geçirmek için bu dünyaya gönderilmediğini fark edip kendini keşfetmesi. Sanatkârının eserlerini tefekkür edip, O’na şükürle ibadet etmesi…
Bizlere “emanet” olarak takılan bu zengin cihazları tefekkür ederek, kendilerine has ibadette, şükür ve hamdde kullanmak imtihanımızın sırrı…
Her gün bu vazifemizin ne kadarını yerine getirebildiğimizi kendimize sormalı değil miyiz?
Bu konuda en büyük yardımcımız çevremizde, kendi vücudumuzdaki san’atlı yaratılışları tefekkürdür.
HÜLÂSATefekkür edilmeyi bekleyen o kadar çok san’at eseri var ki!
Kelebeğin kanadı, sonbaharın kuru yaprakları, dolunay, vücudumuzun işleyişi…
Hepsi bir ağızdan adeta “Bize de bak, bizi de düşün” diyorlar.
“San’atında akılların hayrete düştüğü Allah, her türlü kusur ve noksandan uzaktır.”
23.10.2013

21 Ekim 2013 Pazartesi

DIŞ POLİTİKADA İCRAAT ÖNEMLİ

                                                                                                                                                                                       21.10.2013
FT: "Türkiye Batı'ya bağlılığını göstermeli"
                                                                                                                            

İngiliz Financial Times gazetesi, "61 yıldır NATO üyesi olan Türkiye Batı'dan koptu mu?" diye sorarak, "Türkiye müttefiklerinin şu günlerde karşı karşıya kalmaya başladıkları soru budur" yorumunu yaptı.

(Metin Güneş / CNN TÜRK / Londra) --Gazetenin Daniel Dombey imzalı yorum yazısında, üç konunun birleşmesiyle Türkiye konusunda bazı şüphelerin ortaya çıktığına dikkat çekildi.
Yazıda bu üç konunun, "Ankara'nın Çin füze savunma sistemini satın alma kararı;Suriye'de El Kaide'ye bağlı savaşçılara karşı kararsız tutum takındığı iddiaları; ve son günlerde Türkiye'nin İsrail hesabına casusuluk yapan İranlıları Tahran'a ihbar ettiğine dair iddialar" olduğu belirtildi.
Gazete, ABD'li yetkililerin Ankara'nın ABD yapımı Patriot füzeleri yerine Çinli bir şirketten füze savunma sistemi satın alması konusunda sesini yükselttiğini ve bu konuyla ilgili "ciddi endişelerini" ve Çin sisteminin NATO sistemleriyle birlikte çalışamayacağını Türkiye'ye bildirdiğini kaydetti.
El Kaide'ye bağlı gruplarla ilgili soru işaretleri olduğunu da belirten gazete, Türkiye'nin bu yılın başında ABD'nin cihadçı örgüt El Nusra'yı terörist bir grup olarak belirlemesinden şikayetçi olduğuna dikkat çekildi.
Yazıda, Türk yetkililerin yabancı bazı yabancı diplomatlarla yaptıkları sohbetlerde  batının desteklediği Özgür Suriye Ordusu'na kıyasla El Nusra'nın daha etkili olduğundan övgüyle söz ettikleri belirtildi.
Son olarak İran konusunun gündeme geldiğini kaydeden gazete, Washington Post'ta David Ignatius tarafından ortaya atılan iddiaların Türkiye'yi "afallatığı" kaydedildi.
Yazıda, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun bu haberi "asılsız" olarak tanımlayarak Türkiye aleyhine uluslararası bir kampanya başlatıldığı suçlamasında bulunduğu vurgulandı.
Bazı uzmanlara göre Ankara'nın İsrail hesabına çalışan İranlı casusları Tahran'a ihbar ettiği iddialarının şüphe götürmez derecede doğru olduğunu kaydeden gazete, bağımsız düşünce grubu Council on Foreign Relations'dan Steven Cook'un "Türkiye'nin yaptıklarına bakıldığında, Obama yönetmi hala Türkiye'yi 'örnek ortak' hatta bir müttefik olarak nasıl gösterebiliyor" diye sorduğuna dikkat çekiliyor.
Türkiye'nin ihtilaflı bu üç konuya yanıt verdiğini kaydeden gazete, Ankara'nın füze satın alma işinin henüz tamamlanmadığını ve cihadçıları kınadığını söyleyip İran ile ilgili iddaialara da "ateş püskürmesinin" hala batıyla ittifaka önem verdiğinin bir göstergesi olduğuna dikkate çekti.

Financial Times son olarak bundan böyle artık Türkiye'nin söylediği sözlerin değil icraatlarının dikkate alınacağını vurguladı

19 Ekim 2013 Cumartesi

HERKESİN BİR DERDİ VAR

                              

    Dertsiz baş, duvara taş
  
                                      Ben derdimi dost edindim kendime,
                                      El çek tabip derman olma derdime                                                       Bir derdimi bin dermana değişmem. 


Abdil YILDIRIM

Atalarımız, “Dertsiz baş olmaz” demişler. En dertsiz olarak bilinen kabak varmış, onun da başı kelmiş. Yani dert, hayatın bir parçası, bazen sevinci, bazen de tasasıdır. Zaten insan dediğimiz varlık, zıtların cem olduğu bir ruh ve bedenden ibaret değil midir?
Şarkılarda, şiirlerde, destanlarda, türkülerde bol bol dertten bahsedilir. Kimisi “Derdim çoktur hangisine yanayım?” diye şaşkınlık ve çaresizliğini ifade eder, kimisi “Dertleri zevk edindim, bende neşe ne arar” diyerek, derdi ile yaşamaya alıştığını belirtir. Kimisi de “Dert bir olaydı, ağlaması kolaydı” diyerek derdinin çokluğundan yakınır. Zaten “Dertsiz baş, bostan korkuluğunda olur” atasözü ile, her başın bir derdi vardır ve de olmalıdır gerçeği kabul edilmiştir. Âşık Mir’ati ise bir şiirinde şöyle der: “Neye gam çekersin hey koca sersem / Dertsiz baş mı olur, âdemiz madem.”
Hz. Mevlânâ, “Dert daima insana yol gösterir” der. Demek ki derdimiz aynı zamanda hayatımızın bir kılavuzudur. Atmacanın serçe kuşuna tasallutu serçenin istidatlarını inkişaf ettirdiği gibi, dertlerin tasallutu da insanın bağışıklığını ve dayanıklılığını arttırır. Yeni yollar bulmasına, yeni çareler üretmesine vesile olur. Ayrıca, insanın, aczini idrak edip Rabbine teslimiyetini arttırmasını sağlar. “Kadere iman eden kederden kurtulur” kaidesince, dert ve keder, insanı kadere iman etmeye de teşvik eder.
Niyazî-i Mısrî de, “Ey derde derman isteyen / Yetmez mi dert derman sana?” diyerek, derdin de aynı zamanda bir derman olduğunu ifade ediyor.
“Bir derdin dermanı, başka bir derde zehir olabilir” diyen Bediüzzaman’ın sözünü, bazı dertlerin başka dertlere derman olabileceği şeklinde anlamak da mümkündür. Ayrıca, “Zeval-i lezzet elem olduğu gibi, zeval-i elem dahi lezzettir” sözüyle, dertlerin sonunda tatlı bir sevinç ortaya çıktığını belirtiyor. Kışın soğuk, fırtınalı ve çamurlu yüzünün altında ılık, tatlı ve sevimli bir baharın bizi beklediğini düşünmek de, dertlerin arkasında zevklerin yattığını göstermektedir.
Âşık, derdinden şikâyetçi olmaz. Bilir ki, nefsine dert ve elem görünen şeyler, ruhu ve kalbi için bir şifadır. Onu gafletten uyandıran, dalâletten hidayete eriştiren bir vasıtadır. Bir ehl-i kalbin dediği gibi: “Beliğ belâdır bâlâya sebep / Belâ-ile olur inâyet-i Rab” (Belli ki belâ, yükselmeye sebeptir. Eğer o belâ olmasa Rabb’a yakınlık olmaz). Hamur fırın ateşinde piştikten sonra ekmek haline gelir. İnsanlar için de bu böyledir. Yunus Emre, ancak aşk ateşinden pişip yandıktan sonra hamlıktan kurtulup, olgunluğa erişmiştir.
İnsan başkasının derdi ile de dertlenmelidir. Dertleri paylaştığı gibi, paylaşmayı da dert edinmelidir. Bencil, sadece kendini düşünen, başkalarının derdine duyarsız olan insanlar insan olmanın erdemlerinden uzaklaşmış olurlar. “Başkasının derdi beni mi gerdi” deyip, dertsiz başını derde sokmaktan kaçınanlar, kendileri de bir sıkıntıya düştükleri zaman yanlarında kimseyi bulamayabilirler.
Dert, aynı zamanda yüksek bir gayeyi ve ulvî bir amacı ifade eder. İnsan gayesini dert edinirse, ona ulaşmak için gerekli her türlü zorluğa katlanır. Bunu yaparken de üşenmez, yüksünmez, şikâyetçi olmaz. Gayesini dert edinen insan, rahatı ve sefayı değil, çileyi ve cefayı tercih eder.
Herkesin bir derdi olmalı ki, hayatın bir anlamı olsun. Yoksa, “Dertsiz baş, duvara taş” misâli, heyecansız, gayesiz, duygusuz ve duyarsız bir beden ortaya çıkar ki, buna insan demek ne kadar doğru olur bilemiyorum.
24.08.2013

18 Ekim 2013 Cuma

SABREDEN DERVİŞ...

'Sabrın sonu selamettir' sözü bilimsel olarak kanıtlandı

18 Eki 2013 19:41 Samanyolu Haber

İsveçli araştırmacılar 60 yıl üzerinde çalıştı ve sonuçları açıkladı.


İsveç'te İş Piyasa ve Eğitim Politika Değerlendirme Enstitüsü (Ifau), Hz. İsa'nın ''sabır'' tavsiyesinin haklılığını, yaptıkları uzun yıllara dayanan bir deneyin sonucunda bilimsel olarak kanıtladıklarını iddia etti.

1953 yılında doğan bin 200 kişi üzerinde deney yapan İsveçli araştırmacılar, sözü geçen kişilere 6. sınıfa geldiklerinde, ''Şimdi 100 kron mu istersiniz yoksa 5 yıl sonra 1000 kron mu?” sorusunu yöneltti. Parayı hemen isteyenler ''sabırsız'', 5 yıl sonra isteyenlere de, “sabırlı” grup diye ikiye ayrıldı. Uzun yıllar hayatları masaya yatırılan deneklerden çıkan sonuçlar açıklandı.

Sonuçlara göre, sabırlı grubun içinde bulunanlar, diğer gruba göre, daha sağlıklı bir beden, yüksek eğitim ve ekonomik yönden istedikleri kazanca ulaşan topluluk çıktı. Ayrıca askerlik mesleğini seçenlerin de diğerlerine göre az hata yaptığı belirlendi.

Hz. İsa'nın her daim tavsiyesinin ''sabır'' olduğunu belirten araştırmanın moderatörü Lena Lindahl, bu tavsiyenin bilimsel olarak kanıtlandığını savundu.

9 Ekim 2013 Çarşamba

EĞİTİMDE DEMOKRATİK SİSTEME DOĞRU

Kazım GÜLEÇYÜZ
                            Sıra diğer andlarda
Öğrenci andının, başlatıldıktan 80 sene sonra nihayet kaldırılmasının ardından, sıra cumhurbaşkanı, milletvekili ve memur yeminlerinin de ya iptali ya da ıslahında.
Cumhurbaşkanı ve milletvekillerine anayasa zoruyla okutulan yemin metinleri için Müflis Proje: Kemalizm kitabımızda şunları yazmıştık:
“Cumhuriyet gazetesi yazarlarından Ali Sirmen, milletvekillerine ve cumhurbaşkanına dayatılarak okutturulan yemin metinlerini eleştirdi ve ‘Kaldırın bu yeminleri!’ çağrısında bulundu.
“Yemini vaktiyle Demirel’e de sormuştuk:
‘Meclisin açılışında milletvekillerinin okuduğu yemin metninde yer alan ‘Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağıma’ ibaresi, demokratik prensipler açısından nasıl değerlendirilebilir?’
“Ve ondan şu cevabı almıştık:
‘O yemin metninin hangi şartlar içinde meydana getirildiği, kimsenin meçhulü değildir. Bunlar hep müdahale sonrasındaki askerî idarelerin yaptığı şeylerdir. Onların ufuneti geçip de, zihinler rahat olup tartışma ortamı açılıncaya kadar bir emrivaki şeklinde bunlar gider.’
“Aradan bunca sene geçmesine rağmen Türkiye hâlâ bu garabeti ortadan kaldırabilmiş değil.
“Sadece milletvekili yemini mi?
“Hayır, anayasa, göreve yeni başlayan cumhurbaşkanının nasıl yemin etmesi gerektiğini de kelime kelime dikte ediyor ve onu da ‘ilke ve inkılâplara bağlılık’ sözü vermeye mecbur kılıyor.
“Yemin metninde geçen ‘Atatürk ilke ve inkılâplarına ve laik cumhuriyet ilkesine bağlı kalma’ ibaresi, 1961 anayasasında bile yoktu.
“Peki, bir kişiyi, eline bir yemin metni tutuşturarak, hem demokrasiye, hem de Atatürkçülüğe bağlılık yeminine zorlarsanız, o yeminden bir hayır gelir mi?
“Bu bakımdan, yemini okuyacak kişinin, demokrasiye bağlılık sözü verecekse ‘ilke ve inkılâplar’ kelimelerinin geçtiği yerde; buna karşılık, ilke ve inkılâplar için yemin edecekse, ‘demokrasi’ kelimesinde bir ayağını yerden kesmesi lâzım ki, sonradan kendisine yöneltilebilecek ‘Yeminini bozdu’ suçlamalarına cevap verebilsin!
“İnsanları ikiyüzlü olmaya zorlayan bir anayasaya sahip olmak ne kadar utanç verici...”
(s. 75-7)
Gelelim memurlara yaptırılan yemine:
657 Sayılı Devlet Memurları Kanununun 6. maddesiyle belirlenip, Aslî Devlet Memurluğuna Atananların Yemin Merasimi Yönetmeliğinin 2. maddesinde tekrarlanan yemin “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına, Atatürk inkılâp ve ilkelerine, Anayasada ifadesi bulunan (aldığımız kaynaklarda böyle geçiyor, ama ‘doğru’ şekli herhalde ‘anayasada ifadesini bulan’ olmalı) Türk milliyetçiliğine sadakatla bağlı kalacağıma...” ifadeleriyle başlıyor. Memurlar bu metni merasimle okuduktan sonra imzalıyorlar ve imzalı yazı, personel dosyalarına konuluyor.
Görüldüğü gibi, devletin en tepe noktasındaki cumhurbaşkanından, milletin seçtiği vekillerine ve görevleri halka hizmet olan memurlara kadar, kamudaki herkes aynı dayatmanın muhatabı.
Cumhurbaşkanı ve milletvekillerine anayasa, memurlara yasa ve yönetmelikle dayatılan bu ideolojik ve çağdışı dayatma ne zaman bitecek?
Ve bütün bu dayatmaların asıl kaynağı olan 12 Eylül ürünü darbe anayasası daha ne zamana kadar yürürlükte kalmaya devam edecek?
11.10.2013


EĞİTİMDE DEMOKRATİK SİSTEME DOĞRU
İlkokullarda 1933 yılından beri askeri esas duruşta okutturululan andımız kuşkusuz o dönemin ulus devletçi sistemlerinin icat ettiği bir uygulamadır.
 Bilindiği gibi ulus devletlerde çocuk eğitimine paternalist bir zihniyetle yaklaşılır. Çocuklar, üzerinde yatırım yapılan birer nesnelere dönüştürülür. Çocuğa doğrudan çocuk olduğu için değil ileride resmi ideolojiyi özümseyen rejime sadık birer vatandaş olacakları için değer verilir. Okul ders kitapları da bu yaklaşımla hazırlanır. Eğitim kurumları sadece öğretim yapan bilim ve sanat üreten mekânlar olmak yerine kurumsallaşan milliyetçilik anlayışının içselleştirildiği ve resmi ideolojinin sorgulanmadan, eleştirilmeden aşılandığı birer ideolojik aygıtlara dönüştürülür.
O dönemlerde özellikle İtalya ve Almanya’da çocuklara okutturulan yemin metinlerine baktığımızda Türkiye’de ezberlettirilen yemin metniyle bir paralellik arz ettiğini görüyoruz. Daha evvel yazdığım gibi, Almanya’da ideolojik eğitimin ve beden eğitiminin verildiği gençlik kamplarında çocuklara şöyle yemin ettiriliyordu: ‘Führer’e adanmış kanımın her damlasıyla, ben tüm enerjimi ve gücümü Adolf Hitler’e ve ülkeme adayacağıma yemin ediyorum. Sahip olduklarımdan hatta hayatımdan bile vazgeçeceğime söz veriyorum ve bunun için Tanrıdan yardım diliyorum.’
DÜŞÜNCELERİ KONTROL ETMEK
İtalya’da Duçe lakaplı Mussolini de çocukların gençlerin rejime bağlı bir şekilde eğitilmesine önem vermişti. İlköğretimden itibaren Faşist ideoloji çerçevesinde yetiştirilen çocuklara ve gençlere şöyle bir yemin ettiriyordu: ‘Tanrı’nın adıyla ben liderimin bütün emirlerini yerine getireceğime, gerekirse bu uğurda kanımın son damlasına kadar mücadele edeceğime yemin ederim, yaşasın faşist devrim.’ Ne var ki günümüz Almanya’sında ve İtalya’sında artık faşist ideolojinin unsurlarını taşıyan bu yemin metinleri çoktan kaldırıldı. Bizde ise ne yazık ki çocuklara yıllardır, ‘Varlığım Türk varlığına armağan olsun’ cümlesi her gün rahat hazır-ol komutlarıyla tekrar ettirilmekteydi.
Bilindiği gibi çocuklar başlangıçta sınıf ve ırk bilincine sahip değillerdir. Kendi içinde oyun arkadaşlarının söz gelimi bir zenci, Alevi, Şii, Sünni, Kürt, Türk, Arap vs olup olmamasının bir anlamı yoktur. Çocukları diğerlerinden ayrı, özel ve önemli olduğunu hissettiren ulus devletçi, tekçi eğitim sistemleridir. Çünkü bu tür eğitim sistemlerinde çocuklarda önce kasten katı bir milliyetçi ideolojinin içselleştirilmesi istenir...
John Holt yaşama hakkının yanında en temel insan haklarından birisinin de aklımızı ve düşüncelerimizi kontrol etme hakkımız olduğunu ifade eder. Bunun anlamı şudur: çevremizde olup bitenleri, dünyayı nasıl keşfedeceğimizi, kendi tecrübelerimiz üzerinde düşünmek ve hayatı anlamlandırabilmek, insanlığımızı bulmak ve gerçekleştirebilmektir
EĞİTİMDE KÖKLÜ REFORM İHTİYACI
Andımızın kaldırılması kuşkusuz eğitim alanında çok önemli bir adım. Ne var ki eğitimde daha yapılması gereken köklü reformlar bulunmaktadır. Bunlardan en önemlisi bugün eğitimin ana sorunu durumundaki ve eğitimde kaliteyi her bakımdan gerileten Tevhid-i Tedrisat yasasıdır. 1924 yılında 430 sayılı kanunla yürürlüğe sokulan ve hâlâ mevcut Anayasa’nın 174. maddesiyle koruma altında tutulan Tevhid-i Tedrisat Kanunu, aradan 90 yıl geçmesine rağmen geçerliliğini muhafaza eden bir kanundur ve eğitimde çeşitliliğin, zenginliğin önünde hâlâ ciddi bir engel olarak durmaktadır
Eğitimin daha renkli, çeşitli ve zengin olabilmesi için bu yasada gerekli reformlar yapılmalıdır. Keza Milli Eğitim Temel Kanunu ve Anayasanın 42.maddesi de bugün itibariyle eğitimin önünde ciddi birer engeldir.
Ufuk Coşkun
Yeni Şafak, 3.10.2013

4 Ekim 2013 Cuma

ASAYİŞİN KORUNMASI...


Ali CAN

Asayiş, bir yerin düzen ve güvenlik içinde olması ve orada yaşayan halkın korku içinde olmaması, herkesin hak ve hürriyetlerinin korunduğu konusunda güven içinde bulunması ve baskı hissetmemesi durumudur.

 Asayiş, kanun ve nizam hakimiyetinin sağlanması, güvenlik ve özgürlüğün sağlamış olmasıdır. Kanunun ve nizamın olmadığı yerde şahısların keyfi yönetimleri vardır. Keyfi yönetim baskıyı, o da itaatsizliği ve isyanı doğurur. Toplumu itaat, dirlik ve düzen içinde tutan iman ve imandan kaynaklanan itaat, haram helal duygusu, büyüklere hürmet ve zayıflara merhamet duygusudur. 

İnsan hayatına ve sosyal hayata keyfilik değil, akıl gereği olan düzen ve nizam hükmetmelidir. 
Düzen ahlaki ve hukuki olan şeydir. Her insanın doğuştan hakları vardır. Hukuk bu hakların korunması ve geliştirilmesi için vardır. Hukuku korumak ve adaleti sağlamak için güce ve yönetime ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaçtan devlet doğmuştur. Bu nedenle devlet hak ihlali yapamaz ve zulmedemez.

İnsan fıtraten hürriyetperver olduğu için baskı ve istibdada karşı isyan etme eğilimindedir. 
Bu nedenle insanları zorla sağduyu veya ılımlı olmaya yönlendirmeye kalkışırsanız sağduyudan ve iyi olandan nefret etmeye başlayacaktır. İnsanlar bir süre sonra zorlamaya dayalı bir otoriteye isyan etmeyi, bunu yapanların sözünü dinlememeyi ve emrettiği şeyin tersini yapmayı cesaret ve kahramanlık saymaya başlayacaklardır.


İnsanın ve toplumların gelişmesi ve ilerlemesi hakların korunması ve hürriyetlerin temini ile doğru orantılıdır. Gerek fertler, gerekse toplumlar ancak hürriyet ortamında kendilerini geliştirebilirler. Hürriyet her nevi gelişmenin ön şartıdır. Hürriyet asayişin de temel şartıdır. Hürriyetsiz asayiş istibdattır ve potansiyel bir isyanı besler. Bastırılmış hürriyetler ve istekler tarihin şehadetiyle büyük isyanlar ve anarşi ile sonuçlanmıştır.

Bediüzzaman “Bu millet ve vatanın hayat-ı içitmaiye ve siyasiyesi anarşilikten kurtulmak ve büyük tehlikelerden halas olmak için beş esas lazım ve zaruridir. Merhamet, hürmet, emniyet, haram ve helali bilip haramdan çekinmek ve serseriliği bırakıp itaat etmek...” (KL, 347) demektedir. Risale-i Nur hizmeti emniyeti, hürmet ve merhameti tesis ettiği için asayişi koruyarak toplumu anarşiden kurtarır.” (KL, 2007, s.187) Bu nedenle insanlar hürmet, merhamet, haram-helali bilmekle ve itaat düsturu ile sosyal hayatın emniyeti ve asayişini temin ederler.

“Hükümet ele bakar, kalbe bakmaz”
 diyen Bediüzzaman “İmkânat ayrıdır, vukuat ayrıdır. İdare ve asayişe bilfiil ilişmeyen muhaliflere kanunca ilişilmez. İmkânat medar-ı mesuliyet olamaz. Yoksa herkes bir adamı öldürebilir diye herkesi bu imkânat ile mahkemeye vermek lazım gelir.” (Şualar, 590) ifadeleri ile de ihtimaller üzerine hüküm bina edilemeyeceğini açıkça belirtmiştir.


Toplum içinde yaşayan insanların kalplerinde ahirete iman hükmetmezse, güzel ahlâkın esasları olan ihlâs, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, rıza-yı İlâhî, sevab-ı uhrevî yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu, riya, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır. Zâhirî âsâyiş ve insaniyet altında anarşistlik ve vahşet mânâları hükmeder; o toplum zehirlenir. Çocuklar haylâzlığa, gençler sarhoşluğa, kavîler zulme, ihtiyarlar ağlamaya başlarlar. Şayet insanlarının kalbinde ahirete iman hükmederse birden samimi hürmet ve ciddi merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve muavenet ve hilesiz hizmet ve muaşeret ve riyasız ihsan ve fazilet ve enaniyetsiz büyüklük ve meziyet o hayatta inkişafa başlar. (Şualar, 356–357) O toplum da mükemmeli bir toplum haline gelir ve asayiş mükemmel bir şekilde korunmuş olur, çünkü herkes asayişe yardımcı olur. Devletin emniyet ve asayiş kuvvetlerine de fazla ihtiyaç kalmaz.

ÖĞRETMENLERİMİZ KENDİLERİNİ GELİŞTİREBİLİYOR MU?

Öğretmenin de modeli var!


Kaliteli öğrenme konusunda öğretmenlere büyük görevler düştüğüne dikkat çeken Üsküdar Üniversitesi Etiler Polikliniği Psikologu Aynur Sayım, sağlıklı öğrenme için öğrenciyle iyi bir ilişki şart uyarısında bulunuyor.

Öğretmenin de modeli var!
Öğrenme, kişinin doğumuyla başlayıp ölümüne kadar yaşamın her anında gerçekleşen bir süreç. Kişiler aileden, çevreden, arkadaşlardan, deneyimlerden olduğu gibi okul sıralarında aldığı eğitimle birlikte de öğreniyor. Yaşama dair öğrenmenin büyük bir kısmı ise okullarda gerçekleşiyor. Kaliteli öğrenme konusunda öğretmenlere büyük görevler düştüğüne dikkat çeken Üsküdar
Üniversitesi Etiler Polikliniği Psikologu Aynur Sayım, sağlıklı öğrenme için öğrenciyle iyi bir ilişki şart uyarısında bulunuyor.
Öğrenmenin, hayatın her aşamasını, doğum ile ölüm arasında geçen süreçte gerçekleşen tüm davranışları kapsadığına ifade eden Üsküdar Üniversitesi Etiler Polikliniği Psikologu Aynur Sayım, okul sıralarında gerçekleşen öğrenmenin kişi için önem taşıdığını söyledi.
Anne babaların çocuklarına, işverenlerin işçilerine, eşlerin birbirlerine, öğretmenlerin de öğrencilerine bir şeyler öğrettiğine vurgu yapan Sayım, okul eğitiminde öğretmenlere önemli görevler düştüğünü kaydetti.
Öğretmenin, çocukların model aldığı bir yetişkin olduğunun altını çizen Sayım, davranış dili kullanan çocukların bu dili kendi davranış, çevre, anne-baba, öğretmenlerinden modelleyerek oluşturduğunu dile getirdi. Çocuklara, gençlere bir şeyler öğretip beceri kazandırmanın keyifli olduğu kadar zor süreçleri de bulunduğunu belirten Sayım, bu süreçte öğretmenin öğretme tarzının etkinliğinin çok önemli olduğunu söyledi. Sayım, öğretmenin ne öğrettiği, nasıl öğrettiği, kime ne öğretmeye çalıştığının da önem taşıdığını dile getirdi.
Sayım, öğrenmek ve öğretmek kavramlarının farklı şeyler olduğuna dikkat çekti.
“Öğrenme-öğretme sürecinin etkili oluşabilmesi için iki kişi arasında çok özel bir ilişkinin kurulması gereklidir. Doğru iletişim ve bilginin sunulması, öğretme metotlarının uygulanması burada önemli kavramlardır. Övgü, öğrencinin gereksinimlerini belirleme, saygı duyma, sınıf ortamı, sevecen birtarz, iletişim, öğrenme özgürlüğü öğrenmede önemli kavramlar olarak karşımıza çıkmaktadır.”
Öğrenmede öğretmenin tutumunun önemli olduğunu hatırlatan Sayım, öğrenme ilişkisini etkileyen başlıkları ise şöyle sıraladı.
- Öğretmendeki değişiklikler
- Öğrencideki değişiklikler
- Durum ve çevredeki değişiklikler
Öğretmenin eğitim, öğretim sürecinde etkili olmasının, çocukların gelişimini, psikolojisini iyi bilmesinin etkili öğretmenlik yöntemlerini bilmesiyle mümkün olabileceğini kaydeden Uzm. Psk. Sayım, öğretmen öğrenci ilişkisinde iletişimin gözden kaçırılmaması gerektiğini vurguladı.
Sayım, iletişimi engelleyen yaklaşımların olduğunu da söyledi.
Emir vermek, yönlendirmek, şikayet etme, dersini çalış demek, uyarmak, gözdağı vermek,  iyi not almak istiyorsan kıpırda biraz demek, ahlak dersi vermek…vs.”
Öğrencilere kesinlikle kendi sorunlarını çözme stilinin öğretilmesi gerektiği üzerinde duran Sayım, öğrencilere güven vermenin de öğrenmede etkisi olduğunu kaydetti.
Öğretmenlerin çocuklara bir şey söylemeleri halinde aslında onun hakkında kendisine ileti vermiş olduğunu belirten Sayım, verilen bu iletilerin de kişinin kendi ile ilgili değer yargılarını oluşturduğunu söyledi. Bu nedenle öğretmenin yaklaşımının öğrencinin kendi değer yargısıyla ilgili ve öğretmenle ilişkisi açısından yapıcı olabileceğini vurgulayan Sayım, aksi durumda yıkıcı da olabileceği konusunda uyardı.
Öğretmenin öğrenciyle ilişkisinde uygulaması gereken yöntemlerin olduğunun altını çizen Sayım şunları söyledi.
“Öğrenciyi kabul etme, yapıcı konuşma, edilgin dinleme (sessizlik) kapı aralayıcı iletiler (bu konuda konuşmak ister misin?) etkin dinleme, doğru iletişim, motivasyon.”
Uzm. Psk. Aynur Sayım, aile, öğretmen, okul işbirliğinin çocuk eğitiminde oldukça önem taşıdığını da sözlerine ekledi.
“Bir takım psikiyatrik rahatsızlıklar da kaliteli öğrenci-öğretmen ilişkisini engelleyebilmektedir.Dikkat eksikliği hiperaktivite, özel öğrenme güçlüğü, davranım bozukluğu, depresyon, yaygın gelişimsel bozukluklar, zeka engeli vb. gibi durumlarda tedavi ekibiyle işbirliği önem taşımaktadır.”